26. Bölüm 5. Kelime


 Rampa, böğürtlen, su, avize, beyaz


Kedili Matbaa

Öğrendiğim ilginç bir şey vardı. Eğer hayatta il değiştirirsen bazı şeyleri fark ederdin. Bunu bizzat yaşamıştım. Antalya'dan Kocaeli'ne gitmek benim için bir farkındalık durumu yaratmıştı. Hissettiğim şey tam anlamıyla bir rampadan düşme hissiyle aynıydı.

Güneş'in beyazlığının şehrinden, bulutların gri olduğu bir şehre geçişti bu benim için. Suyun yoğunluk içinde bile kokusu ile rahatlattığı bir ilden, binaların sana sakın adımlar ile yakınlaşarak boğduğu bir ile geçmiştim. Ama bunun güzel bir yanında vardı. Parlak süslü avizeli bir yaşama itmeye hazır enerjili ve tempolu bir yaşamdan, doğa ile iç içe geçmiş ve ona sarıldığın zaman tatlı huzur veren bir ile geçmiştim. Biri ağızda mango tadı bırakırken öbürü avakoda tadı bırakıyordu.

İller arası değişimde ilk fark ettiğim şey, denize takıntılı olmuştum ben. Üstüme gelen yoğun tempolar arasında bana huzur veren bir şeydi deniz. Fakat doğa ile içe olunca denize olan takıntımı fark etmiştim. Bir il sizi kendine bağımlı yapabilir. Başka bir il ise bunu fark ettirir. Ve neyi ile bağımlı olduğunuzu da söyler. Bunu fark ettiğiniz anda yaşamınız değişir. Gerçekten değişen bir şey vardı, o da doğa ile iç içe olan bir yerde enerjik olduğumu fark etmem idi. Binalar arasında susan bir benliğim vardı.

Tüm değişimin bana anlattığı tek bir şey vardı, zıtlığın her şeyin farkını anlatacak bir tadı vardı ve bu tad kaçınılmazdı.


Canan

“Nergis anahtarları aldın değil mi?” bu soruya 5. kez cevap verişiydi Nergis’in. 

“Evet aldım tamam artık çıkıyorum, üç ay yokum diye aylaklık etme, kendine iyi bakıyorsun ben aradığımda telefonu hemen açıyorsun, çiçeklerime de su vermeyi unutmuyorsun”

 Kapıdan çıkmadan önce son kez sarılıp vedalaştı ev arkadaşıyla. 

Mor Vosvos’u asfaltta kayarken radyoda çalan şarkıya bırakmıştı düşüncelerini. Dört saatlik yolculuğun ardından nihayet ulaşmıştı yuvasına. 

Uzun, taşlı ve düzensiz yokuşun aşağısında, kavak ve ceviz ağaçlarının sakladığı, çocukluk anılarıyla dolu olan küçük derme çatma bir evdi yuvası. Sahi ne kadar olmuştu gelmeyeli 5 yıl, 7 yıl? 

Arabayı yokuşun sonunda bir ceviz ağacının gölgesine park etti. 

Esen hafif rüzgar hoş geldin dercesine yüzünü yalayıp geçiyor, ikindin semalarında olduğunu belli eden renkli gökyüzü gülümsüyordu. Paslı tel örgü ile yapılmış olan bahçe kapısını aralayıp şöyle bir göz gezdirdi bahçeye. 

Babası her zamanki gibi kovanların başında arılarla ilgileniyor sürekli “Yaklaşmayın, arılar biraz sinirli uzak durun çocuklar” diye uyarıyordu. Annesi asmanın yanındaki böğürtlen çalısını buduyor, kardeşi ise ceviz ağacına yapılmış salıncakta sallanıyordu. 

Hatırladığı kesik kesik anılar Nergis’in yüreğini buğulamıştı. Gözünden düşen bir damlayı silip eve doğru adımladı, merdivenlerin yanına tekerlekli sandalye için yapılmış rampadan çıkarken ayağının altında hissettiği çıkıntı ona çocukken ayağı takıldığı için buradan hep düştüğünü hatırlattı. Demir, boyası dökülmüş, ağır kapının kilidini açıp yavaşça araladı. Evin nemli ve boğuk havası daha içeri girmeden genzini yakmıştı. 

Genç kızı ilk salonun ortasında tavandan düşmüş büyük avize ve cam parçaları karşıladı. Hatırladığı beyaz duvarların grileşmiş ve  örümcek ağlarıyla dolu hali vicdanını sızlatmıştı. 

Neden gelmek için bu kadar beklemişti ki, son durağının bu ev olduğunu bile bile neden bu ziyareti geciktirmişti?


Buz sarkıtı

Hep sorup dururum kendime nedir bu yalnızlık? Nedir bu hayattan bıkmışlık hissi? Nedir bu her kışta kar görüşümde ki ölme isteği? Evet, her kış o beyaz karların iri iri düşüşleri arasında yere uzanıp izlerken ölmeyi hayal ediyorum. Yaşamak boşa yazılmış bir senaryo gibi geliyor artık. İliklerime kadar yavaş yavaş donmak beyazlara bürünmek daha anlamlı gibi. Kafa tatili yapmam için kafamı düşüncelerden soyutlayıp kaçmam gerekiyor uzaklara ancak ayağımı bastığım yer insan kaynıyor. Sokaklardan eve sığınsam bu seferde varlıklarını hissettiren arabalarının motor ve korna sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Kaçış ölüm gibi gözüküyor fakat bu benim içimde ki gerçek istek değil. Umutsuzluklarımın, hayal kırıklıklarımın isteği. Biliyorum ki hâlâ içimde bir yerlerde bir şeyler sabret diyor o beyaz ölümün güzelliğine kaptırma kendini diyor. Sabrediyorum sanırım ama şu da var ki her geçen gün azalıyor bu sabrım nereye kadar gidecek kim bilir? "Melenda halıya uzanmış avizenin altında tavana bakıp ne yapıyorsun?" Peter'in dediği gibi tepemde ki koptu kopacak avizenin altında halıya uzanmış tavanı seyrediyordum. " Bu avize ne zaman birimizin kafasına düşer onu düşünüyorum Peter. Umarım şansına benim kafama düşer." 

"Hey! Saçmalamayı kes lütfen Bayan Lily böğürtlenli turta yapmış seni çağırmamı istedi." Canım hiçbir şey yemek içmek istemiyordu ama Bayan Lily çok kırılgan ve takıntılı bir kadındı. Şayet turtasından yemezsem ben yiyene kadar her gün malikanede turta yapar ve etrafımda dolaşırdı. " Ah geliyorum..." ayağa kalkıp tam salondan çıkacağım sıra çok şiddetli bir gürültü ile Peter ile aynı anda çığlık attık. Evet evet tam olarak çürük saplı avize ben kalktıktan sonra düşerek tuzla buz olmuştu. "Melenda! Çok şükür ki sen kalktıktan sonra düştü."

"Eyvahlar olsun! Ne olmuş burada?" Telaşla Bayan Lily içeri girerken içimde ki anlık korku yerini hissizliğe bırakmıştı. "Sorun yok Bayan Lily sadece az önce altında durduğum avize artık avize değil." dedim. Bir yerdeki kırık camlara bir bana korkuyla bakarken "Ne! İyi misin benim güzel Melenda'm hemen su getireyim." uzanıp omuzlarından tuttup "Gerek yok Bayan Lily ben kalktıktan sonra oldu zaten. Böğürtlenli turta yapmıştın değil mi?" diyerek dikkatini dağıttım.

"Turtalarım! Yandılar!" Bayan Lily koşarak mutfağa giderken ben ve Peter'de arkasından gittik. Bayan Lily fırındaki turtalarını endişeli endişeli çıkarırken onun bu hâline gülümsedim. Bayan Lily neredeyse kırklı yaşlarında orta yaşlı bir kadındı. Fark ediyorumda benden daha deli dolu, daha canlı ve daha pozitifti her şeye rağmen hayata gülümsemeyi başarmış güçlü bir kadındı. Bense hayatımda ki rampalı yollarda bozuk bir araçla yolsuz bir yolcu gibi bezgin halde ilerliyordum. Kim bilir belki bir gün kırk yaşına kadar yaşarsam bende onun gibi hayata gülen bir kadın olurdum, belki de çoktan ölmüş...


Yumi

Evin otoparkına giden rampadan inen aracın farları civardaki tek ışık kaynağıydı. “Anlaşılan tüm mahallede elektrikler gitmiş” diye söylendi Derya. Şirket toplantılarının uzun sürmesi, aman trafik, yok kaza olmuş derken saat gece yarısı olmuştu. Zaten soğuk bir geceydi, bir de elektrikler olmayınca bu yorucu güne baya sinir bozucu bir final olacaktı. Otoparkın kepenkleri elektrik olmadığı için açılamadığından aracı kepengin önüne park edip aşağı indi. Bu zengin semtinde kimsenin jeneratörü olmaması çok tuhaf diye düşündü, etrafını saran karanlığa bakarak. Hoş kendi evinin de yoktu, teyzesinden miras kalmıştı bu ev, tıpkı araba gibi. Mahalledeki diğer evlere göre eski olsa da sonradan eklenen yeraltı otopark alanı ve havuz gibi unsurlar bu 2 katlı müstakil evi biraz da makyajla zengin evi gibi göstermeye yetmişti. “İlk gördüğümde ne etkilenmiştim ama. Şimdi ise bu koca evde tek olmak beni huzursuz ediyor..." Üşüyen ellerini ovuştura ovuştura kapıya yöneldi. Anahtarı arabadayken çantasından çıkarsaydı keşke, şimdi el yordamıyla bulmak uğraştırıyordu. Tüm konsantresini anahtarın metalini hissetmeye vermişken bir ayak sesi duydu sanki belli belirsiz. Bu saatte buralardan kim geçerdi ki? İçindeki huzursuzluk yavaşça büyüyordu. Alel acele anahtarı bulduğu gibi kendini içeri attı. Eli hızla elektrik düğmesine gitmişti ama nafile “Elektrik yok ya geri zekâlı...” Tamam gerilecek bir şey yoktu. Zaten çok yorgundu. Gider direkt kafayı vurur yatardı, sabaha da elektrikler gelirdi zaten. Önce bir bardak su içeyim kafam yerine gelsin diye mutfağa yöneldi. O mutfağa girerken arkasından koridordaki cam avize usulca sallanıp şıkırdamıştı. Rüzgâr mı? Hangi camı açık bıraktım ki? Cidden evin içi de baya soğuk, yatmadan önce açık camı da bulmam gerekecek diye düşünerek ilerledi. Bahçeye açılan cam kapının açık olabileceği ihtimali hiç aklına gelmemişti...

Mutfağa varınca telefonunun feneriyle mermerin üstündeki su sürahisini ve dolaptan bir bardağı aldı hemen. Suyumu içiyorum, açık pencereyi bulup kapatıyorum sonra üst kata yatak odama çıkıyorum battaniyeyi kafama kadar çekiyor ve bu geceyi bitiriyorum diye mırıldanıyordu. O sırada telefonun fenerinin vurduğu mermer kısmında iri bir leke fark etti. Sabahleyin mermeri temizleyip çıktığına emindi. Kokusu, ezilmiş böğürtlen miydi o? Evet evet tadınca emin olmuştu. Tamam dolapta bir kase böğürtlen vardı ama mermerin üzerinde olmaması gerekirdi. Bu eve birisi mi girmişti... Bu düşünce ile birden yüzü bembeyaz kesildi. Ya hâlâ evdeyse? Ya duyduğum ayak sesleri sokaktan değil de evin içinden geldiyse... Karanlığın içinde kendini yapayalnız ve korumasız hissetmişti bir anda. Hızla mutfağın kapısına yöneldi, önce kapıyı kilitleyecek sonra da polisi arayacaktı. Tam kapıyı kapatacakken bir el arka taraftan kapıyı tuttu. Çığlık atan Derya o korkuyla kapıyı bırakıp geri sıçramıştı. Orta boylarda bir siluet kapıdan içeri girdi. Derya korkuyla odanın bir köşesine çökmüş siluete bakıyordu. Kimdi bu? Kendisinden ne istiyordu? Hırsız mıydı? Yoksa bir psikopat mı? Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Telefonun fenerini bir anlık bir kararla siluetin yüzüne çevirdi. Görmek istemişti. Karşısındakinin ışıktan gözü kamaşmış ama bu durum bir kaç saniye sürmüştü sadece. Çünkü gördüğü manzara ile şoka uğrayan Derya elindeki telefonu zemine düşürmüştü. Yüz üstü düşen telefonun ışığı tavana doğru bu iki insanın arasından yükseliyor, Deryanın korku ve şaşkınlık dolu bakışları ile siluetin öfke dolu ve acır bakışlarını aydınlatıyordu. “Olamaz...” dedi Derya.

“Olamaz senin hapiste olman gerekiyordu!!” “Ölene kadar orada çürümemi isterdin değil mi?” dedi siluet. “Bu evde tekrar bulunmak bana ne kadar acı veriyor biliyor musun? Ama buna rağmen, hapisten kaçmanın sonuçlarına rağmen buraya geldim. Çünkü o gün mahkeme salonunda yemin etmiştim. Elimden çaldığın, annemin ellerinden çaldığın o mutluluğu sana bırakmayacaktım!” “Saçma sapan konuşma!” diye bağırdı Derya. “Teyzemi sen öldürdün, anneni kendi ellerinle öldürdüğün mahkemede kanıtlandı. Nasıl beni suçlayabiliyorsun?!” “Asıl sen bırak saçmalamayı Derya!” diye karşılık verdi siluet. “Burada senden benden başka kimse yok, yalan söylemeni numara yapmanı gerektirecek kimse yok. Annemi senin öldürdüğünü ikimiz de biliyoruz. Mirasa konabilmek için suçu benim üstüme yıktığını da. Halâ aklım almıyor, sırf para için, ev için araba için şirket için bize bunu nasıl yapabildin?” Bir yandan gözleri dolmaya başlamış bir yandan da elindeki silahı yavaş yavaş Deryaya doğrultmuştu.

“Annemi kaybetmenin acısı yetmezmiş gibi hem anne katili olarak biliniyorum hem de gerçek katil onun evinde onun şirketinde gününü gün ediyor. Buna katlanabileceğimi mi sandın?!” Git gide daha yüksek sesle bağırmaya başlamıştı. Öfke dolu olan sesi aynı zamanda için için ağlıyor gibi geliyordu kulağa. “Hiç değilse şunu söyle, pişman mısın?” Derya çekildiği köşede tüm bu cümleleri başı önüne eğik dinlemişti. Bu soru üzerine başını kaldırdı ve siluet ile göz göze geldi. İşte o an bir katilin gözlerini gördü siluet. Masum ve mağdur maskelerini takmadan, onun gerçek yüzünü. Öldürmek ile hiç bir vicdani sorunu olmayan birinin gözleriydi bunlar. Suratında her şey buraya kadarmış dercesine hafif bir gülümseme ve dudaklarından dökülen tek bir kelime “Hayır”. Bir parmak hareket etti, bir beden yere düştü. Susturucunun etkisiyle bu ölümü bahçedeki karıncalar bile duymamıştı. Açık bahçe kapısından sessizce dışarı çıktı bir siluet. Ve ev yine yalnız kaldı, kimseye yâr olmayan bu ev bir defteri daha kapatmış ve sonraki sahibini beklemeye koyulmuştu bile.

0 Comments:

Yorum Gönder