Herkesin sınavı olduğu için sadece müsait olanlar yazdık. Herkesin sınavlarında başarılar...
Sandık, altın, tarih, mıknatıs, söğüt
Canan
Nilüfer'in canı çok sıkılmıştı, ne zaman köye gelseler sıkıntıdan patlıyordu. İnternet yok, telefon çekmiyor, neden gelmişlerdi ki? Sıkıntıdan buzdolabı süslerini alıp mıknatıslarıyla oynuyordu. Yanlışlıkla mıknatısların birkaçını süsten kopartmıştı, annesi görmeden koltuğun altına iteledi. "Nilüfer ne yapıyorsun orada?" annesinin merak ve biraz sinirli sesi bir an korkutmuş ve suç üstü yakalanmış gibi hissettirdi ama annesi kızının süsleri bozduğundan bir haberdi. "Sıkılıyorum anne başka ne yapabilirim ki?" çaktırmadan koltuğun altına bakıp gözükmediğini fark etti ve rahatladı biraz. "Neden dışarı çıkmıyorsun, temiz hava, parlak güneş.. Git biraz dışarıda bitkileri ve böcekleri incele." Sürükleyerek kızını kapı dışarı etmişti. Nilüfer şöyle bir baktı bahçeye. Elma, kiraz, ceviz ve söğüt ağacı canlı bir şekilde bahçelerini süslüyordu. Çardağa doğru yürürken ayağına takılan metal cisimle yere düşmüştü. İçinden sövüyor ve ayağa kalkmaya çalışıyordu. Dizi çok acıdığından oturdu düştüğü yere. Elini yerdeki taşlar çizmişti bu sebepten yanıyordu. Başka kimsenin ayağına takılmasın diye yanı başında toprağa gömülü metali çıkartmaya çalışıyordu. Toprağı kazdıkça onun bir sandık kulpu olduğunu anladı. Hayret, heyecanla ve elindeki çizikleri unutarak daha hızlı eşelemeye başladı toprağı. "İçinde altın varsa zengin olduk" gibi hayaller kuruyor elinde olmadan ümitleniyordu. Sandığı sonunda çıkartıp üstündeki toprağı silkeledi. Buram buram tarih kokuyordu sandık. "Acaba kim gömdü bu sandığı? Çok eski bir şeye benziyor, baya da ağır." üstündeki metal paslanmış, oymalar çürümüş. Merakla açtı sandığın kapağını...
Şenay
Kadın, rahmetli annesinin sandığının üstündeki danteli kaldırdı. Gözleri buğulandı. Aklına çeyizini hazırladıkları gün gelmişti. Yavaşça sandığın kapağını kaldırdı. İçinde hayla annesinin işlediği oyalar, nakışlar, danteller, altın rengi işlemeler duruyordu. Sandığın dibine geldikçe farklı şeyler çıkıyordu. Fotoğraf albümleri, annesinin sevdiği kitaplar, foto romanlar... Gözleri yaşlı, yüzünde bir gülümsemeyle fotoğraf albümünü eline aldı. Yıllar su gibi akıyordu. Annesinin gençlik fotoğrafı adeta kadına gülümsüyordu. Bir başka resimde annesi söğüt ağacının altına oturmuş kitap okuyor. Söğüt ağacının diğer tarafında ise atını tımar eden arkası dönük bir adam. Bir sonraki resimde ata binmiş bir gelin ve fotoğrafa gülümseyen babasını görüyordu. Hayal gibi hatırlıyordu babasını. Annesine bakışını, kendisini kucağına alıp sarılışını... Şimdi ikisi de birbirine kavuşmuştu...
Yumi
"Cidden nerden buldun sen bu metal dedektörlerini?" Aleti bırakıp çimenlerin üzerine oturmuştu Derya. "Off çok yoruldum, hava da çok sıcak zaten" "Hadi ama sadece 4 saattir buradayız abartma, dedektörler ile ilgili de üzümü ye bağını sorma" dedi Fatih göz kırparak. "Bana bak, çaldın mı bunları sen? Çaldıysan şu dakika çekip giderim hazineni de tek başına ararsın ona göre" Cidden bu kıza şaka yapılmıyor diye mırıldanarak açıklama gereği duydu Fatih, "Hayır be çalmadım. Bizim buralarda hazine efsaneleri çoktur. Komşular da aramış zamanında. Birini bir komşudan, diğerini de başka bir komşudan ödünç aldım. Küçücük mıknatıslarla arayacak halimiz yoktu ya, işimiz bitince sapa sağlam geri vereceğiz zaten. Ayrıca aylaklık etmeyi kesip kalkar mısın artık? Sabahın 9'undan beri bu nehir kenarını köşe bucak dedektörler ile arıyorlardı. Fatih buralarda bir yerlerde gömülü bir sandık olduğuna emindi. Günlerdir Derya'nın başının etini yemiş ve tüm kasabaca bilenen hazine hikayesinin yanlış yorumlandığını, sanılanın aksine hazinenin nehrin yukarı taraflarında olduğunu söyleyip durmuştu. Derya da sonunda pes edip sırf susması için beraber aramayı kabul etmişti. Bulamayınca illa ki pes eder demişti ama pes etmiyordu ya bu çocuk?! "Allah'ım sen bana sabır ver, vazgeçmesi için daha kaç saat aramamız gerekecek acaba?..." Bu düşüncelerle oflaya puflaya geri ayağa kalktı. Dedektörü alıp az ilerideki söğüt korusuna doğru yöneldi. "Eğer bir şekilde sandığı bulursak içinden de altın falan çıkmazsa ne gülerim ama" diye kıkırdadı. Bir yandan akşam yemeğinde ne olduğunu düşünüyor bir yandan da dedektörü sağa sola sallaya sallaya ilerliyordu. Birden alet biplemeye başladığında çok da heyecanlanmamıştı. Sabahtan beri kaçıncı bozuk para olacaktı kim bilir? Fatih ise koşa koşa yanına gelmişti, "ne buldun ha ne buldun?" "Şu şevkin yarısını derslerine göstermiyorsun ha, bozuk paradır yine ne olacak" diye kızdı Derya. Tuhaf, görünürde para falan yoktu. Mecbur biraz eşeleyeceklerdi toprağı. "Ben kürekleri getireyim" diye yine bir hışımla uzaklaştı Fatih. Bu işten gerçekten zevk alıyor..., ufak bir gülümseme oluşmuştu Derya'nın yanağında. Bir süre sonra kazmaya başladılar, çıkardıkları her toprak yığınına dedektörü tutup bir şey olup olmadığına bakıyorlardı ama hayır, ses halâ çukurdan geliyordu. Henüz kazmaya başlayalı çok olmamıştı ki Fatih'in kazması sert bir şeye çarptı, çarparken çıkan ses bir kayanın çıkaracağından çok farklıydı. Sanki daha ziyade bir metale çarpmış gibiydi. Fatih'in gözlerinin içi parladı. Hemen elleriyle o sesi çıkartan şeyi temizlemeye başladı. Bir kapı kolu mu? Biraz daha temizlediklerinde önlerine bodrum kapağı gibi eğimli bir kapak çıkmıştı. Kilitli değildi. Menteşeleri paslanmıştı ama biraz zorlamayla açılmıştı en nihayetinde. Sonu görünmeyen bir karanlık... "Bence buraya girmemeliyiz" dedi Derya. İçeriden gelen soğuk hava onu ürkütmüştü. "Hadi ama..." dedi Fatih. "Belki aramamız geceye sarkar diye fener de getirmiştim. Sırt çantamdalar, 5 dakika bir bakalım ne olacak?" Bu sefer pes etmeyecekti Derya, "Buraya beni öldürsen yine girmem, başımıza bir şey gelse kimsenin ruhu duymaz" diye sert bir ses tonuyla itiraz etti. Girerdin, girmezdin hararetle konuşurlarken birden bire nerden çıktığı belli olmayan sert bir rüzgar ikisini de aldı ve açık kapaktan aşağı düşürdü. Kapak üstlerine kapanırken bir fısıltı ulaştı kulaklarına "Tarihe tanıklık etmeye gelen sizler, buna değer misiniz?"
0 Comments:
Yorum Gönder