Hasret, güneş, çöp, koli, kaykay
Canan
Hasret, uzun zamandır ertelediği taşınma işini nihayet gerçekleştirmiş ve bu sabah nakliyeciler kolileri yeni evine taşımıştı. Nakliyecilere parasını verip uğurladıktan sonra evdeki kalabalığa baktı. Dün sabah gelip evi temizlediği için şükrediyordu yoksa asla işin içinden çıkmazdı. Bugün mutfak ve yatak odasını halletse yarın oturma odası ve diğer yerleri hallederdi. Böylece izin günü bitmeden taşınmış olur ve kalan iki gün dinlenirdi. Yapacaklarını kaba taslak kafasında listeledikten sonra kollarını kıvırıp işe başladı. Üzerinde mutfak yazan kolileri dikkatlice mutfağa taşıyıp açmaya başladı. Bardak ve tabakları raflara yerleştirme işi bittiğinde güneş batmak üzereydi. Mutfaktaki boş kolileri çöpe atmak için bir kenara koyup yatak odasına doğru adımladı. Yatak odasına geçmeden kolilerden birini devirmiş ve en sevdiği arkadaşının verdiği doğum günü hediyesi olan kaykayını düşürmüştü. Kaykayı yerden alıp geri kolinin içine koyarken eski anıları canlanmıştı. Çok uzun zaman olmuştu o arkadaşıyla görüşmeyeli. Buruk bir özlem hissi ile yarım bıraktığı işine devam etti...
Gül
Benim yalnızlığım duyduğum hasrettendir. Yoksa çevremde olan onlarca insan içinden kim ne diye bana yalnızsın desin. Evet ben yalnız değilim. Benim anılarım yalnız. Otuz yıldır biriktirdiğim anılarım sadece benim anılarım. Başkası bilmiyor ya da başkasıyla konuşamıyorum bu anıları. Öylesine birine anlatsam anıları yaşarken ki hissettiğim o duyguyu anlayabilecek mi? Anlayamaz. Sadece anılarımda olanlar anlar ve benimle tekrar yaşar o duyguları. Ama artık onlar da yok. Onların hiçbiri yok yanımda. Başkaları olmuşsa kaç yazar. Yalnızlığımı gidermiyor hiçbiri. Duyduğum hasret her zaman, her an hissettiriyor bana yalnızlığımı. Olmayan sol bacağım hele ki. O sadece yalnızlığımı hissettirmekle kalmıyor canımı yakıyor, her seferinde daha çok yakıyor. Ona baktıkça dostlarım geliyor aklıma. Kaykaylarımızı kollarımızın arasına alıp, uçsuz bucaksız yerlere giderken birbirimize eğlence olsun diye sataştığımız dostlarım geliyor aklıma. Kaykay sevdamız yüzünden boyumuzdan büyük işlere kalkışacağımızdan korkan analarımızın, gizlice kırıp çöpe attığı kaykayları çöp kutularını dolaşa dolaşa aradığımız geceler geliyor aklıma. Bedenimizin etrafa yaydığı o ağır çöp kokusu hala burnumu sızlatıyor. Ama yalnızca benim burnumu sızlatıyor. Çünkü bu anıyı bilen tek kişiyim ben. Dostlarımdan kimse kalmadı. Ya ailem... Ailemden de kimse yok artık. Yalnızlığı en derin hali ile yaşadığımı hissediyorum yine...
Şenay
Otobüsün ani sarsıntısı Lale'yi uyandırmıştı. Gözlerini bitkinlikle açıp pencereden dışarı baktı. Güneş ufaktan görünüyor, ayçiçeği tarlaları manzaraya ayrı bir hava katıyordu. Muavinin "Ne alırsınız?" sorusu ile muavine döndü. Acıksa da evde yiyeceğini düşünerek atıştırmalık bir şeyler aldı. Yeniden pencereye doğru kafasını çevirdi. Aklına küçüklük anıları gelmişti. Derin bir nefes aldı. O da az koşmamıştı tarlaların içinde... Kızının da kendisi gibi büyümesini isterdi ama kızı düz yerleri severdi. Çünkü kaykayı ile sadece düz yerlerde kayabilirdi. Kaykayıyla saatlerce kayar, okula da kaykayı ile gitmek isterdi. Evlerine yeni taşındıkları gün aklına gelmiş, gözleri dolmuştu. Kolilerin içinde deli gibi kaykayını aramış. Bulunca sevinçle dışarıya koşmuştu. Bu kızını gülerken son görüşüydü. Ama artık hasret bitmişti. İş seyahatindeyken kızının komadan uyandığı haberini alınca, tüm işlerini halledip biletini almıştı. Lale göz yaşlarını silmek için cebinden peçete çıkardı. Kızına kavuşmasına az kalmıştı...
Alperen
"Ne kadarda kalabalık. Akşama anca çıkarım buradan." kontrol noktası çok kalabalıktı. "Neyse ki fazla eşyam yok" diye kendince söylendi Destan. Sıraya geçip etrafı izlemeye başladı. Küçükken edindiği bir alışkanlıktı, istemeden başkalarının konuşmalarını dinliyor, olayları göz ucuyla takip ediyordu. Kontrol noktasına gelen insanlar gruplara ayrılmıştı. Asiller, köylüler ve diğer ırktan olanlar hepsi ayrı yerlerde kontrolden geçiyorlardı. Kontrol noktasındaki askerler geçenlerin kimliklerine bakıp üzerini ve çantalarını arıyorlardı. "Hey bağlayın şu hergeleyi!" askerlerden biri diğerine sesleniyordu. "Seni aptal, o kadar elması çaldıktan sonra kaçabileceğini mi sandın?" görünüşe göre bir hırsız yakalamışlardı. Destan üzerindeki para miktarının fazla olmasından dolayı bir problemin yaşanmamasını umuyordu. Onu da hırsız sanabilirlerdi. Sıra yavaş yavaş ilerlerken köylü bir çiftin kendi arasındaki konuşmasını işitti. "Tarlayı satmasaydık zor gelirdik buralara. Zaten kıtlık var, bir şey ekip biçemiyoruz. Şimdi en azından Güllü şehre geldik. Bir yerlerde bir iş buluruz." "Peki öyle olsun canım. Benim içime sinmedi ama, keşke bütün tarlayı satmasaydık. Arada pazara gelir satardık." Destan bu konuşmalardan bir kaç bilgi edinmişti. Halk kıyı şehirlerine doğru göç ediyordu. Bunun en büyük sebebi on yılda bir gelen büyük kuraklıktı. Ülkenin iç kısımları kıtlıkla mücadele ediyordu. Mücadelenin de devam edebilmesi için tacirlerin sürekli olarak iç kesimleri gezerek erzak dağıtmaları lazımdı. Çoğu tacir bu şekilde zengin olmuştu zaten. Liman kentlerinden ucuza aldıkları malları iç kesimlerde pahalıya satıyorlardı. Neyse ki bu sene kıtlığın sonuydu. İmparator ailesi kıtlığa çözüm üretebilmek için çalışmış ve bir şekilde büyü ile bir sonuca varmışlardı. Ancak gene de halk göç etmeye devam etmişti. Destan kendince düşüncelere dalmışken kendisine seslenen askeri işitti. "Bekleme yapma, çabuk ol! Bütün gün seni mi bekleyeceğiz?"
Zeynep
Güneş batmak üzere. Daha karanlık basmamasına rağmen sokak lambalarınca aydınlatılmış yoldan bir kaykaycı geçiyor. Bu zamana kadar kaykayıyla yatıp kalktığı belli, ustaca sürüyor. Rüzgar gibi hızlıca geçiyor birkaç saniyede. Yolun kenarındaki çöp konteynırında bir evsiz ekmek arıyor. Kim bilir ne kadar süre hasret bir yemeğe. Belki de dilenemeyecek kadar gururlu, umutsuzca karıştırıyor çöpü. "Hayır! Çöpte arama..." diyor içinden Deniz. "Kenarlarına bak çöpün, orada sana ait bir şeyler bulacaksın." Çöpün içerisini biraz daha karıştıran evsiz ümitsizce kafasını kaldırıyor, aradığını bulamamış bakışları mahzun. Tam gidecekken bakışları takılıyor çöpün diğer kenarında asılı, ağzı sıkıca kapalı bir poşete. Alıyor. Elleri heyecanını ele verircesine titrek. Ve işte açıyor poşeti. Etrafına yayılan o taze ekmek kokusu. Gözleri doluyor. "Biliyordum..." diyor içinden "Tanrı beni unutmadı. Tanrı beni görüyor." Gökyüzüne bakıyor ve bir tebessüm dudaklarında, onunla birlikte gözleri dolan bir evliden habersiz. "İyi ki..." diyor Deniz "İyi ki şu adamı fark ettim de az da olsa bir yardım edebildim." Evsiz adam usulca terk ediyor sokağı, kim bilir kiminle paylaşmak için elindeki aşı. Yan komşudan bir ses yükseliyor. "Lanet girsin başı bulunamayan tüm koli bantlarına." Belli belirsiz bir kıkırtı çıkıyor Deniz'den. Belli ki komşusu bandın başını bulamayacak kadar fazlaca kesmiş tırnaklarını. Tekrar sokağa çeviriyor gözlerini Deniz. Bir kedi mırıl mırıl etrafta geziniyor. Sokağın karşısından gelen bir başka kediyle karşılaşıyor ve bir süre öylece bakışıyorlar. "Kesin şu anda hırlıyorlar." diye mırıldanıyor Deniz. Film izler gibi odaklanmış onların bu hallerine. Birisi ön bacaklarını kırıyor boynunu eğip, savaş pozisyonu bu ve bir anda üzerine zıplıyor diğer kedinin. Onların masum görünüşlerine rağmen hırçınca dövüşlerini kahkahalarla izliyor. Ve kavgaları bitene kadar tiz hırlamalarına misafir oluyor kulakları. "Ah şu kediler..." diye düşünüyor. "Ne kadar da çok insanlara benziyor." Bakışlarını gökyüzüne çeviriyor ve evet güneş batmak üzere. Bir hüzün kaplıyor ruhunu fakat o anda vazgeçiyor hüzünden. Hayır diyor hayat hüzün için yeterince kısa ve tekerlekli sandalyesini usulca pencere kenarından çekiyor.
İclal
Güneş tüm ihtişamıyla parlıyordu. İnsanların güne başlaması için şarkılar söylüyordu. Manolya o gün daha bir mutlu uyandı. Sanki bugün her şey yolunda gidecekmiş gibi hissediyordu. Sessizce yatağından kalktı. Dün geceden ayarladığı kıyafetlerini giyip hazırlandı. Bugün sürpriz yapmak için sevgilisinin evine gidecek beraber kahvaltı yapacaklardı. Çok özlemişti onu. Uzun zamandır uzaktan çalışıyordu. Hasreti o kadar ağır gelmişti ki dayanamayıp onu Gorkeye gelmişti. Kapının kenarında kaykayını aldı. Kaykayını yavaş yavaş sürerek etrafı gözlemliyordu. Kolileri taşıyan kuryeler, oyun oynayan çocuklar, çöpleri süpüren görevliler, etrafta oynayan kediler her şey mutluluk, huzur saçıyordu. Rüya görüyor olmaktan korkmaya başlamıştı Manolya. Sevgilisinin evine az kalmıştı artık kavuşacaklardı. Tam karşıya geçecekken Metehan aramıştı telaşla telefonu arıyordu. Telefonu bulup kafasını kaldırdığına Metehan'ın ona baktığını gördü tatlı bir gülümseme vardı yüzünde. Manolya hızlıca ona doğru ilerleme başladı. Az kalmıştı hasret burada bitiyordu. Bir anda Metehan'ın yüzü endişeyle doldu. Manolyaya bağırmaya başladı "DIKKAT ET!!! ARABA-" ve karanlık Manolya uykusundan korkarak uyandı, ne gördüğünü unutmuştu. Sevgilisiyle buluşmak için hazırlanmaya başladı. Onu çok özlemişti....
Aleyna
Başını göğsüne koymuş kıza aşkla baktı. Alnını öptükten sonra fısıldadı. ''Seni seviyorum.'' Kız kıkırdamış, biraz da kızarmıştı. Oğlanın bu hareketleri çok hoşuna gidiyordu. ''Ben de seni seviyorum sevgilim.'' Oğlanın gözleri mutluluktan güneş gibi parlarken devam etti kız. ''O kadar çok seviyorum ki, sürekli yanında olayım istiyorum...'' Ellerini göğsüne koydu. ''Kalbim seninle olsun...'' Oradan da oğlanın elleriyle buluşturdu ellerini. ''Ellerinde olsun istiyorum kalbim, senin olsun, seninle olsun.'' Oğlan ellerindeki eli dudaklarına götürüp defalarca kez öptü. ''Doyamıyorum sana, buradayken bile hasret kalıyorum sana. Seni o kadar seviyorum ki sürekli yanımda ol istiyorum.'' Kız kaldırdığı başı tekrar yuvasına koydu. "Sıcacık." diye düşündü. "Çok sıcacık..." Oğlan eline kumandayı alıp filmi 5 dakika tekrardan geriye sardı. ''Bu gidişle bu kısmı izlemeyi başaramayacağız.'' Kız başını salladı. ''Sanırım bununla birlikte 7 kere geriye almış oluyoruz.'' Kafasını kaldırıp oğlana baktı. Gülüyordu. ''Aman... Boş ver.'' diyerek kızı kucağına aldı oğlan. Kızın gülmekten gözlerinden yaş akıyordu. "Güzel." diye düşündü. "Çok güzel..." Kız ellerini boynuna dolamış, kıkırdıyordu. Uzanıp öptü oğlanı. Oğlan gözlerini kıstı, kucağındaki güzelliğe baktı ve adımlarını hızlandırdı. ''Yavaşla.'' diye kahkahalarının arasından konuştu kız. ''Tabii leydim, hem bana böyle davranın. Sonra da yavaş. Evet evet yavaş.'' Merdivenlere geldiğinde kucağındaki kızı daha da sıkı tuttu. ''Gidiyoruz.'' diyerek ikişerli ikişerli merdivenleri çıktı. Üst kata çıktıklarında kız önceden de defalarca kez sorduğu o soruyu yineledi. ''Tek başına bu kocaman evde korkmuyor musun?'' Hayır anlamında başını salladı oğlan. ''Deneyler, testler derken zaman geçiyor, anlamıyorum bile çoğu zaman ne olduğunu.'' Kız gülümsedi. ''Korku filmlerinde hep böyle evdeki insanların başına bir şey gelir, bunu biliyor muydun?'' Oğlan onayladı. ''Evet, bu evdekilerin başına hep bir şey gelir.'' Kız boynuna iyice sokuldu. ''Deneylerini görmek istiyorum. Benim diğerlerinden ne farkım var da göremiyorum.'' Mırıldanmaları oğlanı güldürmüş, odanın kapısını açmak için kızın karnındaki elini hareketlendirmişti. Kız uzanarak kapıyı açtı. Lamba yanınca kız gözlerini kıstı. Odası da evin çoğunluğuna uygun bir renkte, beyazdı. Her şeyi düzenliydi. Kitapları, yatağı... Hatta halısının duruşuna kadar her şeyi katalogdan çıkmış gibi duruyordu. Kızı kırılgan bir bebekmiş gibi yatağa uzandırıp ellerini karnında gezdirdiğinde "sıcacık." diye düşündü kız. "Çok sıcacık..." Oğlan kızın burnundan boynuna öperek yol izlediğinde kız ellerini oğlanın saçlarında gezdiriyor, bir yandan da gülümsüyordu. Bir şeyin yere düşüşü kızı ürkmüş, sesin geldiği tarafa bakmaya çalışmıştı. Oğlan kafasını kendisine çevirerek gözlerini birbirine kenetledi. ''Sadece bir kaykay, bu anı bozma.'' Kız tek kaşını kaldırarak sevgilisine baktı. Hesap sorduğunu anlayan oğlan telaştan kekemeye başlamış açıklama yapmaya çalışıyordu. ''Be-benim değil. Hayır bir kıza da ait d-değil. Çocukluk arkadaşımın... Hayır o da k-kız değil. Tavanı t-temizliyordum o gün orada buldum.'' Kız büyük bir kahkaha attı. "Benim şapşal sevgilim... Deli gibi aşığım sana. Al kalbimi..." Bir kez daha eğildi kızın dudaklarına, öptü ve şu cümleyi kurdu. "Deneylerimi görmek ister misin?" Uyandığında üzerindeki yorgunluğu tarif edemedi oğlan. Dün çok yorulmuş, her şeyin eksiksiz ve kusursuz olması için çok çabalamıştı. Yanındaki güzel bedene döndü. "Güzel" diye yineledi oğlan. "Bu haldeyken bile güzel." Dağınıklıkları toplamaya başladı. Eşyalar dağılmıştı ama umursamadı. Gülümsedi. Her şey çok güzeldi. Dokunuşu, bakışı... Gözünden dökülen yaş bile güzeldi. Yerinden kalktı, eşyaları yerine koymaya başladı. Kitapları kitaplığa, kıyafetleri dolaba... Odayı az önce yanında yatan bedenden yükselen alışık olduğu bir koku sarmıştı, gülümsedi. ''Çöpleri atmalıyım.'' diye düşündü. Bu işi acele ile yapmalıydı. Bir parçası eksik, eksik parçasıyla da anlamsız olana baktı. Çok sevdiği bir şeydi ama eksilmişti işte. Ne kadar sevdiğini hatırladığı için dikkatlice koydu kolinin içine. Dün üst kata çıkmak için acele ettiği aklına gelince güldü. Yine aynı aceleyle kucağında koliyle aceleyle indi merdivenlerden ve dışarı çöp alanına gitti. Çöpünü koyduktan sonra üstünün kırmızı bir renkte kirlendiğini gördü. "Az önce koliye koyarken olmuş olmalı.." diye düşündü. Eve gidip temiz olmalıydı ve ondan sonra da en değer verdiği şeyi ellerinin arasına almalıydı. Günün ortasında bir polis, çevredeki ekiplere anons geçti. ''45-40 tekrar ediyor. Pınarhan bölgesine olay yeri inceleme gönderin. Çöplerin arasındaki kolide bir kadın cesedi bulundu. Kalbi yerinde yok.''
Bu arada anlamayanlar için spoiler vereyim oğlan, kızı öldürdü. Kızın sürekli tekrarladığı gibi de kalbini çıkarttı, "al kalbimi yanına" aldı. "Sürekli yanında olmak istiyorum." Deney dediği olay zaten kıza bunu yapması, etrafın dağılma sebebi aslında o. Kızın bedeni de kolide. Sabah uyanıp baktığı kızın cansız bedeniydi.
Yumi
Yine bir vitrinin önünde takılıp kalmıştı, rengarenk kaykaylar o kadar cazip görünüyordu ki. "Bir tanesine binmeyi çok isterdim" diye hayal dünyasına dalmıştı yine. Rüzgarın bir şamar gibi suratına çarptığı gazete parçası hayallerini aniden kesene kadar... Yanağını ovuşturup iç geçirdi, niye olmayacak şeylerin hayalini kuruyorsun ki... Ağır adımlarla vitrinden uzaklaşıp köşeyi döndü, o uzaklaşmasa birazdan dükkan sahibi çıkıp kovalayacaktı zaten. Başka çocukları zevkle içeri çağırırlarken onu kovmaları çok ağırına gidiyordu. Elinde demin suratına çarpan gazete parçası, ayaklarında delik ayakkabılar, üstü başı yırtık pırtık... "Sanırım o kaykaylar gibi parlak olmadığımdan istemiyorlar beni dükkanlarında, orada sadece parlak şeyler oluyor çünkü". "Biraz daha gidip baksam mı acaba? Boş ver, geç oldu dükkan sahibi de birazdan kapatır herhalde." Sokaklarda tek tük insan kalmıştı. Gece tüm ağırlığıyla çökerken o da kolilerden yaptığı köşesine varmıştı nihayet. Rüzgara siper olan bir çöp konteynırı, bir kaç koli kartonu ve bir kedi. "Ah yine mi geldin" dedi sevinçle, birilerinin kendisini tekrardan görmek istemesi tarif edilemez bir mutluluktu. Gidip sevinçle sarıldı kediye. Kucağından indirmeden kartonların üzerine oturdu. "Bak ne buldum, aslında o beni buldu, okuyalım mı?" diyerek gazete parçasının buruşukluğunu düzeltiyordu. Bir bulmaca sayfasıydı, yarısı yapılmış yarısı boş bırakılmıştı. "Özlem duymak, uzak kalınan bir şeye ihtiyaç hissetmek", karşısına "Hasret kalmak" yazmıştı bulmacayı dolduran bir kişi. "Bu kelimeyi ilk defa duyuyorum" dedi kedinin başını okşarken. "Sen hiç bir şeye hasret kaldın mı? Ben şuanda güneşe hasret kaldım galiba, o olduğunda sıcak oluyordu..."
Kerem
Evde bir telaş var. Babam birkaç koli ile eve geldi. Annem bayrammışçasına sevinçli. Bir benim hiçbir şeyden haberim yok. Kardeşim kaykay parkı denen yere gitmiş. Anneme sorduğumda ise tek dediği şey "Yakında öğreneceksin." oluyor. Sonunda annem dışarı çıkmamız gerektiğini söylüyor. Güneş bugün çok parlak. Hâlâ dışarı çıkmamızın sebebini göremedim. Canım çok sıkıldı. Anneme dolaşacağımı söyleyip koşarak kaçıyorum. Annem arkamdan bağırıyor "Nereye gidiyorsun?" diye. Telefonumu yanıma aldığıma şükredip evin yakınındaki parkta oturuyorum. Hayalgram'da gezerken üç yıl önce ara verdiğimiz sevgilimin fotoğrafını görüyorum. Bana "Üç yıl dayan, yurtdışında eğitim alıp geri döneceğim." demişti. Attığı fotoğrafta ise yanında iki tane güzel kız var. Hasret çektiğim kişinin bensiz mutlu olması gözlerimin dolmasına sebep oluyor. Neden üç yıl boyunca bekledim ki? Oradaki kızlar daha güzel, daha akıllı ve Mert'e daha uygunlar. Artık göz yaşlarımı tutamıyorum. Telefonumu yandaki çöp kutusuna atmak istiyorum. Birinin başımı okşadığını hissediyorum. Başımı kaldırıp baktığımda başımı okşayanın Mert olduğunu görüyorum. Gözlerimi kolumla kapatıp kaçmaya yelteniyorum. Mert beni sıkıca tutup kendine çekiyor. Bana bakıp "Üç yıl beklettiğim için üzgünüm." diyor. Göğsünü yumrukluyorum. Gücüm konuşamayacak kadar az gibi hissediyorum. Bana sıkıca sarılıyor. Yumruklamayı kesip kendimi ona bırakıyorum. "Hoş geldin. Bir daha bana haber vermeden bir şey yaparsan benimle asla konuşma!" diyorum. Sanırım neyden bahsettiğimi anlayıp gülümsüyor. "Hoş buldum." diyor. Daha sıkı sarılıyorum. Onu asla bırakmayacak şekilde.
Anlamayanlar için kız ve oğlan birlikte yaşıyor. Kısaca shoujo manga mantığı
Kinder Çikolata
"Hadi ama Barbaros, bırak şu üşengeçliği Ahmetler takımı çoktan toplamış. Acele edin dediler." Aşırı üşeniyorum ama İlker ısrarla bağırmaya devam ediyor. Pencereyi açıp "Tamam be geliyorum. Bu sıcakta oynamaya ikna ettin ya beni helal olsun sana." Diye bağırıyorum. İlker aşağıdan sırıtıyor "Hadi kaykayına atla gel, daha Faruk'u alacağız". Merdivenlerden aşağı iniyorum. Tam kapıdan çıkacakken annem mutfaktan "Barbaros dışarı çıkarken çöpü atmayı unutma" diye bağırıyor. Kendi kendime kızıyorum. Dışarı çıkacağını niye bağıra bağıra söylersin ki ? Mecbur kaykayımın yanında çöpü de alıp dışarı çıkıyorum. İlker "Hoş geldiniz nazlı forvet, gözümüz yollarda kaldı." diye dalga geçiyor. Hiç laf yetiştiremiyorum, zaten güneş tepede hava gerçekten çok sıcak, İlker de deli gibi terlemiş ama hiç umurunda değil. Hadi hadi hemen çıkalım daha Faruk'u alacağız diyor. Kaykaylarımıza atlayıp kaymaya başlıyoruz. En azından hava nemli değil diye düşünüyorum. O sırada İlker de bana sonunda transferi tamamlandı. "Bu sene Beşiktaş net şampiyon..." diye bir şeyler anlatıyor. "Bırak sen Beşiktaş'ı da Cankat ile şu bahsettiğin takası yaptın mı? Hani pusulanı istemişti." diyorum. "Bir hafta evde boş boş oturursan gelişmeleri böyle kaçırırsın işte Cankatlar taşındı hani..." diyordu. "Babamın tayini çıktı yakında gideriz." diye. "Giderken de hediyem olsun diye pusulayı almadan bıraktı topu". "Harbi mi? Peki evlerine başkası taşındı mı?" diye soruyorum. "Cankat ile çok samimi değildim. Sanırım bugün birileri geldi. Sizin eve gelirken baya bir koli gördüm evin önünde, çöpü atarken görürsün zaten, o sırada ben de Faruk'u çağırırım." deyip sağdaki sokağa giriyor. Mahalle maçlarını yaptığımız boş arsaya giderken Cankatların eski evinin önüne geldiğimde çöpü atmak için kaykayımdan iniyorum. Gerçekten de evin önünde bir sürü koli var. Acaba taşınanlar nasıl insanlar diye düşünürken çöpü atıyorum. O sırada evden 7-8 yaşlarında olduğunu düşündüğüm tatlı bir erkek çocuğu çıkıyor. Bahçede koşmaya başlıyor. Onu böyle görünce anılarım depreşiyor. Bu mahalleye ilk geldiğimizde ben de bu yaşlardaydım sanırım. Mahmut'a başkası ile taşınacağımı söylerken ne kadar zorlandığımı hatırlıyorum. Ağlamamak için kendimizi zor tutmuştuk. "İyi bir dostu kaybetmek gerçekten de zor." diyorum kendi kendime. O sırada önce sağlam bir çığlık duyuyorum ardında kendimi yerde buluyorum. "Faruk sakatlayacaksın çocuğu üstüne atlayacaksan bile yoldayken atlamasana, hem geç kaldık zaten." deyip ikimizi de kaldırıyor İlker. "Buna bir şey olmaz." diyor Faruk, ardında ekliyor. "Hem geç kalmışsak ne olmuş, arsaya kadar bir yarışa hallederiz." İster istemez yüzüme bir gülümseme geliyor. "Hadi o zaman, kaybeden maç sonunda herkese soğuk bir limonata ısmarlar." deyip hemen kaykayıma atlıyorum, tabi onlarda. Arsaya doğru kayarken ise sevdiğin bir arkadaşı kaybetmenin ne kadar üzücü bir şey olduğunun yanında, yeni arkadaşlar elde etmenin de bir o kadar güzel olduğunu düşünüyorum.
0 Comments:
Yorum Gönder