14. Bölüm 5 Kelime

 

Kelimeler; Kızıl, uyku, çamur, reçine, şapka  


İclal

Şapkası esen rüzgarla savrulmuştu bir tarafa. Denizin dalga sesi kulaklarını dolduruyordu. Yavaşça ayağa kalkıp denize doğru ilerledi. Huzuru iliklerine kadar yaşıyordu. Rüzgarın cildini okşaması, güneşin kavurucu sıcaklığı, denizin serinliği, dalgaların sesi Nergisi başka diyarlara çekmişti. Kızıl saçları, hafif çilli yüzü yeşil ve mavi arası gözleri vardı. "Nergis, güzelim gel artık güneş çarpacak şimdi." Sevgilisinin hoş sesiyle dünyaya dönmüştü." Geliyorum, geliyorum şimdi biraz daha bu huzuru yaşamalıyım." Dalgalar eteğini ıslatıyordu ama bu Nergisi rahatsız etmiyor, aksine hoşuna gidiyordu. Yaşadığını hissediyordu. Derin derin nefes alıp denizin o hoş tuzlu kokusunu içine çekti. Sanki bu şekilde asla bu kokuyu unutmayacak, özlemi geçecekmiş gibi. "Hadi ama nergis gel artık buraya." Metehan'ın hafif kızgın ama bir o kadar sevgi dolu sesiyle kendisine gelen nergis yavaşça arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Eteği ıslak olduğu için kumlara sürtündükçe çamur oluyordu. "Ah Nergis, ah... Ben ne dedim sana! Ne bu halin! Bak ıslanmışsın, hasta olacaksın." Telaşlı bir şekilde nergise ilerliyordu Mete. Her şeyden korumak istiyordu nergisi. Adı gibiydi Nergis, kırılgan ve güzel. "Hadi gel bakalım güzelim otur şuraya, dinlen biraz. Çok yordun kendini." "Ama Mete, sadece hissetmek istiyorum. Görmediğim bu dünyayı hissetmek istiyorum. Kapkaranlık her şey ama hissedince karanlık aydınlanıyor. Artık görebiliyormuşum gibi hissediyorum." Metehan'ın yüreği burkulmuştu. Yanında olan nergis çiçeğini alıp kıza uzattı. "Sana her şeyi tekrardan göstereceğim güzelim. İlk başta da sana benzeyen bu çiçeklerle başlıyoruz. Al bakalım bunlar senin. Seni seviyorum nergis, hep seveceğim yeter ki beni hiç bırakma." Mete uykusundan sıçrayarak uyandı. Yine eski anılarını görmüştü rüyasında. Yavaşça yanına baktı, bir umut yanında varlığını hissetmek istedi. Aniden yataktan fırladı. Kapının yanından bugün için aldığı çiçekleri de yanına alıp bahçeye çıktı. Nasıl unuturdu. Kocaman olan cam ağacına ilerledi. Elini üstünde dolaştırdı. Eline gelen yapış yapış reçine bile rahatsız etmiyordu onu. Burada bir yerde olması gerekiyordu ve bulmuştu. Baş harflerinin kazılı olduğu yeri "Sevgilim günaydın. Bugünde sensiz geçirdiğim 10. Sene alışamadım. Seni çok özlüyorum." Nergisleri ağacın önüne bırakıp denizi izlemeye başladı....

**Nergis çiçeği, saygı duyma anlamıyla bilindiğinden, hayatta değer verilen bireylere verilecek bir çiçek türüdür. Nergis çiçeğinin değişik çeşitleri bulunsa da genel olarak hepsinin anlamı aynıdır. Bu çiçek; aşk ve güzellik çiçeği olarak da nitelendirilir.**

Canan

Ne yapmalıydı, bu adam kimdi? Aklında ardı arkası kesilmeyen soruların cevaplarını bulmaya çalışıyordu. "Adamın amacı beni yakalamak olsa, gemide ilk gördüğünde yapardı. Sakin olmalı ve telaşlanmamalıyım." diye düşündü genç kız. "Kendimi size tanıtmaktan onur duyarım prenses. Ben deniz Michaelson Fradrik, kısaca Mick diyebilirsiniz. Saraydaki seyislerden biriyim." Şapkasını çıkartıp nazik bir şekilde reverans vermişti. "Sarayda! İşinizin başında, olmanız gerekmiyor mu? Niçin beni takip ettiniz?" "Atlardan birinin eksik olduğunu fark ettim. İyi gözlerim sayesinde izleri takip edip atı buldum ama tam o sırada siz binip gittiniz. Yanınızda koruma ya da hizmetçi olmadığından ve maceranın kokusunu aldığımdan sizi takip ettim." Lavina şüpheyle tekrar süzdü genç adamı. Kızıl saçları yeşil gözleriyle birlikte güneşin altında parıldıyordu. Daha sonra hala liman caddesinin orta yerinde olduğunu fark etti. Yol kenarına geçip bir yandan yürüyor, diğer yandan tüccarların sattığı eşyalara bakıyordu. Uygun bir şey bulursa kıyafetlerini değiştirmek için almayı planlıyordu. Mick, Lavina'yı takip ediyor bir yandan da konuşuyordu. "Katlanmak zorundayım, yoksa beni ispiyonlayıp yerimi söyleyebilir." diye düşündü Prenses. Sarayla Lauren arası bir günlük mesafe, daha gözlerini açmadan yakalanabilirdi. Lavina her şeyden önce, yanındaki gereksiz konuşan insandan nasıl kurtulacağını bulmalıydı. "Seni tanımıyorum ve açıkçası güvenmek için bir sebebim yok. Beni rahat bırakır mısın?" Genç adam umursamayıp Lavina'nın yanında yürümeye devam etti. "Gemiye tekrar bineceksin öyle değil mi? Florida güzel bir ülke, daha önce yolum düşmüş ve keyifle gezmiştim sokaklarını." Sinirlenen genç kız ayaklarını yere sertçe vurdu, eteğine biraz çamur bulaşmasına sebep olmuştu bu hareketi. Daha çok sinirlenen Lavina "Sana güvenmiyorum. O sebepten yolumdan çekil, yoksa kötü şeyler olabilir." deyip iç cebindeki çakısının varlığını kendine hatırlattı yoluna devam ederken. Tenha ve ıssız bir sokakta yürüyorlarken Mick doğru zaman olduğunu anladı. Özel bir ağacın reçinesinden yaptığı bayıltma ilacını cebinden çıkardığı mendile döktü ve prensesi bayılttı. Lavina kaçmaya çalışıyordu ama ilacın etkisiyle uykuya yenik düşmüştü...


Yumi 

"Bu Kızıl Maske! Kızıl Maske!! Sakın elinizden kaçırmayın!" sesleri tüm binada yankılanıyordu. Pekâlâ, bu sefer işler ters gitmişti. Bu Robin Hood'culuğun gittikçe daha riskli olduğunun farkındaydı ama güvenliğin bu kadar çok arttırılmasını da beklemiyordu. "Bu malikanenin muhafızlarının nöbet değişim saatlerini araştırmıştım! Ne zaman değiştirdiler?!" diye söylendi. Bir yandan da hızla malikanenin sağ kanadının çatısına ulaşmaya çalışıyordu. 3.kata ulaştığında bir anda etrafını muhafızlar sardı, arkasından koşanlar da ona yetişmiş, dört bir tarafı kapanmıştı. Önündeki muhafızların arasında bir adım önde duran genç adam "buradan kaçamazsın, buraya kadarmış. Teslim ol artık" dedi soğuk bir sesle. Üniformasından diğerlerine göre rütbeli olduğu belliydi. "Pekala" dedi Kızıl Maske. Sesini kalınlaştırmaya özen gösteriyordu. "Teslim oluyorum" Tüm muhafızların suratında bir zafer pırıltısı belirmişti, aylardır tüm zengin ailelerin başını ağrıtan ve asla yakalanamayan Kızıl Maske'yi yakalamışlardı ne de olsa. Rehavete kapılmayan tek kişi genç kumandandı. "anlaşılan sen biraz uğraştıracaksın" diye mırıldandı Kızıl Maske, aynı anda da yavaşça beline kadar indirdiği eliyle hızla pelerinin altından bir kese çıkarıp muhafızların yüzüne doğru savurdu. Herkes bu boğucu ve göz yaşartan tozdan acı çekerken, kılıcıyla tetikte olan duruşunu korumaya çalışan genç kumandan yaşlı gözlerinin arasından kendine doğru gelen bir çift parıltı görmüştü.

Kızıl maske iki hançeriyle birlikte kumandanın üstüne doğru saldırmıştı. Kumandanın tek yapabildiği saldırıyı engelleyip sağa doğru kaçınmak oldu. Ve o an yaptığı hatayı fark etti, Kızıl Maske bir kahkaha patlatıp demin kumandanın önünü kapattığı pencereye tüm hızıyla dalarak çatıya yuvarlandı. Derhal toparlanıp malikanenin sağ bloğunun çatısına zıplamıştı bile. "Çabuk!" diye bağırdı kumandan, "Çabuk olun yoksa elimizden kaçıracağız! Derhal malikanenin kuzey batısındaki hizmetli konutlarının oraya gidin. Malikanenin sınırları dışına çıkmak için o tarafa yönelmeli, başka şansı yok!" "Ben peşinden gideceğim" deyip hışımla çatıya atladı. Avucunun içine kadar girmişti bu hırsız. Hatta düşesin mücevherlerini yürütmüş, ruhları bile duymamıştı. Anca kaçmaya çalışırken tesadüf eseri fark etmişlerdi varlığını. Evet işte oradaydı, güney batıya doğru hızla ilerliyordu. "Ne! Güney batı mı?" "Hayır burada olmamalıydık, tüm desteği tam tersi istikamete gönderdim" diye hayıflandı kumandan. "Neyse ben de yeterim bu adi hırsıza" diyerekten kendisine güven vermeye çalışıyordu. Önündeki kişi hızlı olsa da kendisinin de hafife alınır bir hızı yoktu. Sonunda Güney bloğunun çatısında yakaladı Maske'yi. Arkadan sert bir kılıç darbesiyle saldırdı direkt. Maske eğilip takla atarak savuşturmuştu. "Şövalyelik onuru bu mu, birine arkadan saldırmak mı?" dedi kalın bir sesle. "Adi bir hırsız onurdan ne anlar da bana ahkam kesiyor" diye bağırıp ikinci hamlesini yaptı kumandan. Ayağa kalkmış olan Maske hançerleriyle karşıladı bu sefer saldırıyı. Kılıcı hançerlerinin üzerinden kaydırıp yana doğru kaçındı ve kaçınırken hançerinin ucuyla kumandanın sağ bacağına derin olmayan ama geniş bir yara bıraktı. Kumandan karşısındaki kişinin hançer kullanma becerisine şaşırmıştı, "sıradan bir hırsız olmadığı belliydi zaten neden şaşırıyorsam" diye söylendi. Tekrar saldırdı ama Maske'nin bu kavgayı daha fazla uzatmaya niyeti yoktu. Her an yeni birileri gelebilir diye gergindi zaten. Saldırıyı yine hançerleriyle engellemişti. Maske'nin alev alev parlayan ela gözleri ile ilk kez göz göze gelmişti kumandan. Dikkatini dağıtan şey ise bu çakmak çakmak bakan gözler değil de tanıdık bir koku olmuştu. Karşısındakinin neden öyle koktuğuna anlam veremediği bir koku. Rakibinin bir saniyelik de olsa dikkatinin dağıldığını fark eden Maske hızla aşağı eğildi ve karşı tarafın hiç beklemediği bir yumruk çaktı çenesine. O kısa sersemleme anında da kılıç tutan koluna sağlam bir tekme geçirdi. Kılıç kumandanın elinden fırlayıp çatıdan aşağı düşmüştü.

 Kumandan kendine gelemeden bir de dizlerinin arasına sıkı bir tekme. Son olarak da ensesine sert bir dirsek darbesi. Bu sonuncu bayılmasına yeterdi. Beklenenin aksine çok güçlü bir insandı, sokak dövüşlerinin kendisine kattığı bu yeteneklere her zaman minnettar olmuştu. Kumandanla işinin bittiğine karar verip hızla çatıdan aşağı atladı ve güney batı cephesindeki korunun içinde gözden kayboldu. Çatıdaki kumandanın bayılmadan önce ağzından son bir cümle dökülüyordu "Reçine kokuyor..." Korunun uç kısmındaki sarmaşıklar altında kalmış duvar deliğinden çıkalı 1 saat olacaktı. Takip edilmediğine iyice kanaat getiren Maske varış noktası olan küçük bir pencereden içeri girdi. "Bu sefer çok fenaydı, az daha yakalanıyordum" diye mırıldandı. Bir yandan da üstündekileri çıkartıyordu. Başındaki geniş şapkayı ve tüm yüzünü kaplayan kızıl maskeyi koşuşturmaca esnasında düşmesinler diye bir kaç farklı şekilde birbirlerine bağlıyordu. Onları çıkarttıktan sonra sıra kısa kahverengi saçlı peruktaydı. Altın sarısı saçları omuzlarına dökülmüş, bu gizemli hırsızı sıradan bir genç kız haline getirmişti bir anda. "şu pelerinin haline bak" diye söylendi. Hep o çatıda yuvarlanması yüzündendi, toz toprak çamur içinde kalmıştı pelerin. Sabah olmadan bu işi halletse iyi olurdu. Diğer eşyalarını ortalıktan kaldırdıktan sonra yavaşça odasından çıktı. Dedesi halâ derin bir uykudaydı, horlama sesleri buradan bile duyuluyordu. Gülümseyerek ön taraftaki dükkan kısmına geçti. Bu marangoz dükkanı onun her şeyiydi. Evi, işi, dedesinin göz bebeği bu dükkan. Dedesi bazen kapıları kilitlemeyi unutur veya kandilleri yanık bırakırdı. O yüzden her gece dükkanı kontrol etmeyi görev bilmişti. Bir sorun göremeyince geri evin arka tarafına yöneldi. Çamaşır teknesini alıp arka bahçeye çıktı. Kuyudan su çekerken elindeki mücevherleri ne zaman kara borsaya çıkarması gerektiğini düşünüyordu. Bu son vurgundan sonra işler daha da zorlaşacaktı. "Yine de bu işten vazgeçemem, açlıktan ölmek üzere olan onca çocuk varken olmaz!" diye mırıldandı.

Dolunay bu gece iki insanı izlemeyi seçmişti, ilgisini çeken iki insanı. Birisi, bir saat önce çatıların üstünde hançer salladığına inanmayacağınız bir genç kızdı, sanki çok normal bir gün geçirmiş gibi çamaşır yıkıyordu. Öte tarafta aklı karışık, hırslı ve yenilgi duygusuyla kabaran bir genç adam bacağındaki yarayı sarıyordu. Dilinden hala düşüremediği o cümleyi mırıldanarak. "Reçine kokuyor...


Şenay

Kızıl saçları arkasında dalga dalga savrulan prenses, şapkasının düştüğünü bile fark etmemişti. Haberi duyunca koşarak pencerenin önüne koşmuş. Yanındaki korumasına "Sence onu içeri alır mı babam?" diye sordu. "Kralımız, diğer krallıkla herhangi bir savaşı göze almak istemez. Bu yüzden içeri almayabilir. Alsa bile, genç şehzadeyi abisine en kısa sürede teslim eder." dedi. Prenses acıyla baktı, genç şehzadeye. "Onu kurtarabilmenin yolu olsaydı keşke." diye geçirdi içinden. Genç şehzade saatlerdi beklemesine rağmen bir yanıt alamamış. Başka bir ülkeye gitmeyi düşünmeye başlamıştı. Atının yanına gidip tam sırtına çıkmıştı ki koşarak yaklaşan bir kız gördü. "Şehzadem durun, bu geceyi burada geçirip rahat bir uyku uyuduktan sonra yolunuza devam edersiniz. Babam sadece bu kadarı için izin verdi." dedi prenses.

Genç şehzadeye kalacağı yeri göstermişler, herkes yanından ayrılmıştı. Hizmetçiler gitmeden önce temiz kıyafetler isteyip, nerede yıkanacağını sormuş. Hamamda yolculuktan kalan çamuru, kiri, pası atmıştı. Tam uykuya dalacakken kapısı çalındı. "Şehzadem, bir ihtiyacınız var mı diye sormaya gelmiştim." dedi dışarda ki tiz ses. Tanıdık gelen bu sesle ayağa kalkıp kapıyı açtı genç adam. Prenses kapının açılmasıyla etrafına bakıp içeri girdi. "Sizi bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim. Size bu pusulayı vermeye geldim. Bu pusula da sizin güvenli şekilde kalacağınız yeri yazdım." dedi ve genç adamın eline sıkıştırıp hızla odayı terk etti. Genç adam anlam veremeyerek kağıdı açtı. Kağıtta bir köyün krokisi vardı. Köşe de ise notta. "Şehzadem, bu pusuladaki işaretli ev benim çok güvendiğim birine aittir. Ağaçlardan çıkan reçinelerle geçimlerini sağlarlar. Sizi karşılayıp ağırlamaktan büyük bir onur duyacaklardır. Gölge krallığın prensesi" yazıyordu. Genç şehzade kağıdı kuşağına sıkıştırıp derin bir uykuya daldı ve ertesi gün köye doğru yola çıktı. 


Hanife

Sabahın ilk ışıkları odayı dolduruyor. Akşamki yağmurdan kalma damlalar pencerenin kenarlarından akıyor olmasına rağmen, bugünün de çok mutlu bir gün olacağı kuşların güneşi selamlayışından belli oluyordu. Horozun ötüşüyle uyanan güzel kız, uykulu gözlerini açmakta bir müddet zorlandı. İlk defa bu kadar erken kalkıyordu ama bunun bir nedeni vardı. Yıllar önce okulu için evden ayrılan abisi bugün eve dönüyordu. Sevinçle yataktan zıpladı ve aynanın karşısına geçti. Gördüğü görüntü karşısında çok mutlu oldu çünkü abisinin çok sevdiği kızıl saçları söz verdiği gibi çok uzamıştı. Abisi yatılı okula gitmeden önce ağlayan kardeşinin saçlarını okşayarak '' Ağlama kızılım, bende seni özleyeceğim ama bana söz ver ben gelene kadar saçlarına çok iyi bak. Saçların beline kadar geldiğinde bende gelmiş olacağım''. İşte o günden beri küçük kız saçlarına ayrı bir özen gösterdi. Aynaya biraz daha baktığın da abisini görmeyeli boyunun da uzadığını fark etti. Ayak parmaklarının ucunda kalkarak mavi gözlerini kocaman açtı ve aynaya daha çok yaklaştı. Birkaç dakika kendini inceledikten sonra olduğu yerde birçok kez zıpladı ve kahkahalar atmaya başladı. ''Oleyy oleyyy, abim geliyor sonunda abim geliyor.'' Koşarak merdivenlerden indi. Annesin hızlıca yanından geçen kızını görünce arkasından seslendi. ''Kızım kahvaltı hazır hadi ilk önce kahvaltını yap.'' Küçük kız geri dönerek annesinin yanına gitti. ''Tamam anne. Abim ne zaman gelecek.'' Annesi ise çayları dökerken bir gözü kızındaydı ve gülümseyerek ''Öğle vakti burada olur. O zamana kadar ağaç evinde oynayıp abini bekleyebilirsin. Böylece abin geldiğinde ona ağaç evini göstererek sürpriz yapabilirsin.'' Küçük kız, mavi botlarını giyip bahçe de koşmaya başladığında annesi pencereyi açıp küçük kızın arkasından seslendi. ''Geri dön kızım. Şapkanı ve hırkanı almayı unuttun. Yağmur yağmıyor olabilir ama hava soğuk ve koşarken dikkatli ol yerlerde çamur var.'' ''Tamam anne.'' Küçük kız geri dönerek mavi şapkası ve mavi hırkasını alarak çamurların üzerinden atlaya atlaya ağaç evine kadar vardı. Merdivenleri tek tek çıkarken eline reçine bulaştı. '' Anneee... Elim kirlendi yardım et!!'' Merdivenleri çıktıktan sonra oturup annesini beklemeye başladı. Bir yandan da eline bakıp üzerine sürmemeye çalışıyordu. Çok beklemeden merdivenlerden ses gelmeye başladı. ''Anne lütfen çabuk ol, elbisemi kirletmek istemiyorum. Abim beni böyle görürse ne yaparım.'' Ama annesinden bir ses gelmiyordu. Küçük kız annesinin neden cevap vermediğini düşünerek kafasını kaldırdı ve karşısında çok özlediği abisini gördü. ''Abi!! Ne zaman geldin. Annem öğle vakti geleceğini söylemişti.'' Abisi kocaman gülümseyerek küçük tatlı kardeşine hemen cevap verdi ''Anneme sana sürpriz yapacağımı söyledim, o yüzden sana öyle söyledi.'' ''Geldiğin için çok mutluyum abi. Seni çok özledim.'' Kardeşinin beline kadar gelen kızıl saçlarını okşayıp gül kokusunu içine çekerken tekrar ve tekrar mırıldandı ''Bende seni çok özledim kızılım. Bende seni...''


Merve 

(Part 2) Tiftik abisinin kendisinden isteklerini evden aldığı gibi hemen hurdalığa vardı. Ama etrafta Tıfılı göremedi. Hepsi eski ve atılmış olan eşyaların arasında dolanmaya başladı. Bir süre geçtikten sonra bile Tıfıl'dan ses seda çıkmadığını görünce hurdalığın yanındaki koca çınarın yanına gidip dibine çömdü ve kendi kendine çamurla oynamaya başladı. Oyuna dalmışken nefes nefese kendisine doğru koşan çocuğu gördü. Hemen ayağa kalkıp üstünü başını silkeledi ve Tıfıl'a parıldayan gözlerle baktı. Çocuğun elinde koca bir çanta vardı. Çantanın büyüklüğü kızı daha da heyecanlandırdı. Tıfıl oyun kurmada her zaman çok iyiydi acaba bu sefer nasıl bir oyun oynayacaklardı. Nefes nefese kalan çocuğun soluklanmasını beklemeden hemen soru yağmuruna tuttu onu. "Tıfıl çantada ne var?..." Çocuğun ona öldürücü bakışlarıyla karşılaşınca bir an sessizleşti ve neyi yanlış yaptığını düşündü... "Özür dilerim abi, peki bana çantada ne olduğunu söyleyecek misin?" Tıfıl aradığı sözün, ağzından çıktığını görünce hemen duruldu, ellerini kalçalarına koyarken göğsünü şişirmeye başladı. Ve olduğunca kendinden emin bir sesle cevap vermeye başladı. "Çantada oyunumuz için gerekli malzemeler var. Ayrıca bunları ararken geç kaldım. Hurdalığın aşağı kısmındaydım ben. Oraya gelmeni söylemeyi unuttum." "Abi peki hangi oyunu oynayacağız bu sefer?" Küçük kız umurunda olan tek şey en kısa sürede oyuna başlamaktı. Çünkü hava kararıp akşam yemeği vakti geldiğinde oyunu bitirip eve gitmeleri gerekecekti. Bundan ötürü aslında abisinin açıklamalarını dinlemek istemiyordu. Sabırsızlığını fark eden tıfıl tatlı bir dille konuşmaya başladı. "Tiftik annenin anlattığı dağlar, tepeler ardındaki sarayları, saraylarda yaşayan prensesleri görmek ister misin?" "Prensesçilik mi oynayacağız o zaman, ben prensesim sen ise beyaz prens misin?" "Hayır öyle değil... gerçekte görmek ister misin?" "Tabi ki görmek isterim." Suratına anlamsız bir şekilde bakan kızın onu dinlediğini onaylayan çocuk sözlerine devam etti. "Prensesler dağlar ardındaki saraylarda yaşarlar, anne de öyle söyledi dimi... Sadece oraya gidip onunla tanışmamız gerek..."  Ağaçların kapladığı dağı göstererek. "Bak buradaki dağı aşarsak prensesi görebileceğiz..." "Nasıl geçeceğiz ki dağı?" "Ormanın içinden geçerek tabi ki!" "Olmaaaaaaz! Annem orman tehlikeli ve korkutucu, dedi. Oraya gitmem." Dedikten sonra her zamanki alışkanlıkla suratını asıp kollarını kavuşturdu. Bunu gören çocuk korkup hızlıca açıklamaya başladı. "Hayır tehlikeli değil.. Şey yani tehlikeli ama büyük olunca tehlikeli değil.. Yani biz de büyük olursak gidebiliriz..." "Yani anne gibi olunca mi gideceğiz ama o zaman gitmek istemiyorum. Çapulcu ile evlenip sonra çocuklarıma bakacağım. Ben de anne gibi anne olacağım o yüzden gelemem. "Ne Çapulcu mu... Sen ne diyorsun! Off boşver! Büyüyünce derken şimdi gideceğiz. Anne, Koca Celal gibi sakallarım olunca ormana gidebileceğimi söyledi. Yani sakalımız olursa yeterince büyüğüz demektir. Kendimize yapacağız." Deyip küçük kızın saçlarını okşamaya başladı ve ekledi. "Saçtan sakal yapacağız. Bak saçların çok uzun, biraz kesip kendimize takma sakal yapabiliriz. "Hayır istemiyorum niye benim saçlarım. Git kendi saçını kes!" "Benimki kısa kesemeyiz. Hem prensesi görmek istemiyor musun?" "Hayır artık istemiyorum, artık abim de değilsin." Çok sevdiği uzun saçlarının akıbetini düşünen küçük kız böylece ağlamaya başladı. Endişelenmeye başlayan çocuk hemen teselliye başladı. "Tamam, ağlama ne istersen yapacağım, yeter ki sus. Burnunu çeken zavallı Tiftik. "O zaman bana abi diyeceksin ve saçıma karışmayacaksın." Bir anlığına şaşıran çocuk, kızın hatasını düzeltmeden oyununu zavallının üstüne kurmaya devam etti. "Tamam nasıl istersen yeter ki sen üzülme, madem oyun oynayamayacağız hadi kalk. Çamura bulanmışsın üzerini temizleyip eve gidelim." Sözlerinin bu kısmına geldikten sonra Tıfıl, yüzündeki gülümsemeyi saklamak için arkasını dönüp yürümeye başladı. "Güneş batmak üzere zaten. Bak ışıkları kızıllaşmaya başlamış, eve varıp anneme senin çapulcuyla evlenmek istediğini de söyleyelim. Bakalım o bu konuda ne diyecek." "Hayııır, söyleme sakııın!" "Neden söylemeyeyim." "Hayır söyleme. İstediğini yapacağım saçlarımı kesebilirsin lütfen söyleme." "Öyle diyorsan!" Böylece iki minik zorlu bir saç kesiminden sonra reçineye buladıkları iplere saç yumaklarını sabitleyip kulağa asmalı sakallarını elde ettiler. Tıfıl'ın çantasından çıkarttığı bir şapkayı başına geçiren Tiftik, çocuğun tembihlerini dikkatle dinledi. Son olarak tüm eşyalarını hurdalıkta saklayan çocuklar, evin yolunu tutarken uykuya erken dalıp ilk horoz alarmıyla yola koyulmayı kararlaştırdılar. Masumane bir halde hayallerine dalmışken yarın başlarına gelecek olanları bilmemenin cehaletiyle mutluluğa gömüldüler.


0 Comments:

Yorum Gönder