8. Bölüm 5 Kelime

                             

Tacir kelimesinden kurtulamayan biz ghghjhj

Kıtlık, köylü, pazar, tacir, hırsız


Canan

"O yıl çetin geçen hava şartlarıyla toprak kurumuştu. Doğa ana insanlığın yaptığı zulme sessiz kalmıyor onları aç bırakarak cezalandırıyordu. Kıtlık tüm ülkede kaosa neden olmuştu, hırsızların soymadığı ev kalmamıştı, kimse kimseye saygı göstermiyor herkes yaşamak için savaşıyordu. O zamanlar ben çocuktum daha, annem çocukları yesin diye yemez ya da az az yerdi, babamı ise hiç tanımadım ben doğduğum yıl hain tacirin biri öldürmüş. Abilerimin hatıralarına göre babam çok güçlü ve cesurmuş. Anneme çok dil dükmüşler, bir daha evlen beş çocuğa bakamazsın diye ama annem, babama o kadar çok sadık ve aşıkmış ki bir daha evlenmedi. Ufak köyümüzde hayvanlara bakarak yaşamımızı sürdürüyor tüm bu kaosa rağmen mutlu mesut yaşıyorduk. Küçüğüm dediğime bakmayın ailem için yapmadığım iş yoktu, her sabah erkenden kalkar pazarda köylülere süt satardım abimle birlikte. Bazen annem o gün çok süt satmışsak biraz para verirdi bize. Kendimi çok zengin hissederdim üç kuruşum olduğu için ama asla harcamaz biriktirir geri anneme verirdim." Minik kızının tatlı sesi böldü hikayesini. "Baba, Papatyamın mı sütlerini satıyordun? Onun sütlerini satma ben içiyorum."... 


Aleyna 

Çok şey olmasa da ben bu şarkıyı dinleyerek yazdım... İsteyen bununla okusun. 

https://youtu.be/xjlZx20wuU8

''Yağdır yağmurlarını, götür bu kıtlığı. Sen ki göklerin tanrısı, bu âciz bedenin kutsal sahibi---'' Cümlesini yarım bırakan gök gürültüsü olmuştu. Gökyüzünü kara bulutlar kaplıyor, yağmur ise yavaştan yağıyordu. ''Yağmur şiddetli yağacağa benziyor.'' dedi. Doğa yere çizdiği işaretten kafasını kaldırıp bağırdı. ''OKUMANI BÖLME!'' Gökyüzünden kafasını anıta çeviren Doruk, okumaya baştan başladı. ''Sözcüklerini zihnime ver ki, sesin olabileyim. Gözlerimi al, gözün olsun! Bana duymayı bahşet, kulakların olabileyim! Senin için yaratıldım, son nefes sensin! Ben bu bedenin hırsızı, kanımı bahşedeceğim sana. Bedenim senin, kanım senin, ruhum ise önünde diz çökmüş sana tapmaktadır!'' Yağmur şiddetlenmiş, sözcüklerini tamamlamasına izin vermiyordu. Sesini yükselterek devam etti. ''SEN RUHUMDAKİ AÇLIĞI DOYURACAK TACİR! SEN BENİM İLAHIM! YAĞDIR YAĞMURLARINI, GÖTÜR BU KITLIĞI. SEN Kİ GÖKLERİN TANRISI, BU ÂCİZ BEDENİN KUTSAL SAHİBİ. BENİ ÇIKARLARIN İÇİN KULLAN! KULLAN Kİ GÖNLÜM ŞENLENSİN! BEN KÖYLÜNÜN BEĞENMEDİĞİ, ŞEHİRLİNİN SEVMEDİĞİ... UĞRUNA ÖLMEYE GELDİM!!'' Cümlesini bitirince şimşekler çakıyor, yağmur ise deli gibi yağıyordu. Doruk cebinden çakısını çıkartıp sol avucunu kestikten sonra çakıyı Doğa'ya uzattı. Doğa da sağ avucunu kestikten sonra kestikleri ellerini birleştirip Doğa'nın çizdiği şeklin ortasına geldiler. Ellerindeki kan yere akarken ezberledikleri cümleyi okumaya başladılar. ''Sözcüklerini zihnime ver ki, sesin olabileyim.'' Sonraki cümleyi sadece Doruk söyledi. ''Gözlerimi al, gözün olsun!'' Bu sefer de Doruk susmuş, Doğa kalan yerden devam etmişti. '' Bana duymayı bahşet, kulakların olabileyim!'' İkisinin sesi de yağmurun şiddetiyle şiddetlenmiş beraber devam ediyorlardı. ''Senin için yaratıldım, son nefes sensin! Ben bu bedenin hırsızı, kanımı bahşedeceğim sana. Bedenim senin, kanım senin, ruhum ise önünde diz çökmüş sana tapmaktadır!'' Kanları yere damlarken Doruk Doğa'yı sıkıca tuttu. Bu sefer başarılı olmuşlardı. Doğa derin bir nefes aldı. ''Başardık değil mi?'' Doruk gülümsedi. ''Başardık.'' Havada bugüne kadar görülmemiş bir şekilde şimşek çaktı. 

Sabah dünün aksine cıvıl cıvıl idi. Kuşlar ötüyor, güneş ise tenini yakıyordu. Gülümsedi. Dün yaptığı şeyden gurur duyuyordu. Yanında uyuyan kıza öpücük bırakarak pazara gideceğini, ihtiyacı olan bir şey olup olmadığını sordu. Kız mırıldanarak ''Pekmez.'' dedi. ''Pekmezci bir amca vardı, onun pekmezi. Kan yapar hem.'' Gülümseyerek dışarı çıktı. Dışarıya çıktığında ani karar vermiş, otluk alana girmişti. Orayı seviyordu ve her şey orada başlamıştı. Dünden anıları aklına geldiğinde ise güldü. Başarmıştı. Telefonu çıkartıp saate bakacaktı ki bir şeye takılıp düştü. Geri dönüp baktı. Yerde çizilen işaret... El ele tutuşmuş iki genç... Oğlanın gözleri yuvalarında yok. ''Gözlerimi al, gözün olsun!'' Kızın ise kulakları kanıyor... ''Bana duymayı bahşet, kulakların olabileyim!'' Üstelik ikisinin de dilleri ağızlarından çıkmış... ''Sözcüklerini zihnime ver ki, sesin olabileyim.''


Yumi

"Hırsız!!" "Yakalayın çabuk!" Pazar bu gün kim bilir kaçıncı kez bu seslerle çalkalanıyordu. Koşuşturmacayı görmezden gelerek müşterisine döndü, "Alacaksan al be adam! 50 top kumaş açtırdın..." diye geçirdi içinden. "Valinin eli armut mu topluyor? Neden pazar alanında yeterince muhafız yok?" diye söylendi müşteri, elindeki kumaşı da yine memnuniyetsiz bir ifadeyle bırakmıştı. "Bu kıtlık zamanında şehre gelen tüccar kafilelerine çok saldırı oluyor, tacirler korunmak için iyi paralar verince vali de tüm muhafızları o işe verdi" diye cevapladı bıkkınlıkla. Tezgâhın önünü süpürmeyi yeni bitirmiş çırağına seslendi "Hasan! kumaşları topla oğlum" ve müşteriye dönüp ekledi "Bu bey bir şey almayacak gibi görünüyor?". Aradığımı bulamadım tarzı bir yüz ifadesi yapan müşteri "haydi hayırlı satışlar" deyip istikametini çevirmişti bile. Başındaki sarığı düzeltip tezgahın gölge köşelerinden birine çekildi Süveyda, gökyüzünde tek bir bulut yoktu, son yılların en kavurucu yazı yaşanıyordu. Aylardır tek bir damla su düşmemişti toprağa. Tüm ekinler kurumuş, köylüler iş bulabilme umuduyla şehirlere yığılmıştı. İş mi var sanki? diye söylendi. 25'ini devirmişti, çoktan işini düzene sokmuş olması gerekiyordu. Velakin 2 yıldır bu pazarda tezgah açıyordu ve işleri büyütmek şöyle dursun kıtlık vakti kimse kumaşa para harcamak istemediğinden batacaktı bu gidişle. Bir şeyler bulmalı, bir şeyler bulmalı...Bu derin düşüncelere dalmışken bir inilti duydu hafiften. Tezgahın arkasındaki kumaş yığınlarından geliyordu. Tezgahlarını her akşam toplar, sabah geri açarlardı. Bu ses her kimden geliyorsa en fazla bir kaç saattir ordaydı. "Hırsız mı? Hayır bir hırsızın ses çıkararak yerini belli edeceğini sanmam, öyleyse neyin nesi bu?" Yavaşça yerden kumaş sardıkları boş bir sopa aldı, temkinli adımlarla kumaş yığınına doğru ilerlemeye başladı. Kumaş yığının arkasına doğru atıldığı an tüm gücüyle sopayı indirmeye hazırlamıştı kendini. Karşısındaki manzaraydı gördüğünde ise tüm hazırlığı boşa gitmişti, bir anda kalakalmıştı öyle. Kanlar içinde genç bir adam yerde boylu boyunca yatıyordu. Tamamen siyahlar giyinmişti, bir tek yüzü ve karnının sol tarafındaki derin yara yeri açıktı. Başından geriye düşmüş olan pelerini yüzünü ifşa ediyor, pelerinin etekleri ise akan kanın yayılmasını bir nebze engelliyordu. Süveyda halâ karşılaştığı sahnenin etkisinden hareket edemezken genç adam zorla başını çevirmişti, belli belirsiz bir ses karıştı havaya "Sakla beni, yalvarırım sakla, burada ölemem..."

Kendi hikayesinin devamı olduğunu söyleyen canım yumim<3 meğerse Alper ile anlaşıp onun hikayesi ile birleştirmiş. ghjghjghj

Loş bir ışık hanın içini kaplamış, masalardaki gürültüler birbirine karışmıştı. İçeri girince doğrudan hancının yanına gidip iki kişilik yemek söylemişti Süveyda. Tenha bir masa buldu ve tüm yorgunluğuyla çöküverdi başına. Belki de bu geceyi burada geçiririz diye düşünüyordu, bir yandan da son havadisler nasıl diye diğer masalara kulak kabarttı. "Deli misin bu zamanda gemi yolculuğuna mı çıkılır! Ne kadar uzun süreceği önemli değil mutlaka karadan gitmelisin!" diye yanındakine kızıyordu bir ses. "Acelem olmasa ben de kalkışmazdım herhalde, canımı yolda bulmadım! Üst düzey güvenlikli bir gemiyle seyahat edeceğim, sorun olmamalı." diyerek karşısındakini yatıştırmaya çalışıyordu ama nafile... "Halâ güvenlik diyor, sen bu korsanları bilmezsin. Bunlar kimseye benzemez, gemicileri korkutmak için insanlardan ağaç yapan adamları iki muhafızla korkutabileceğini sanıyorsan tam bir aptalsındır. Ne halin varsa gör, bir mezarın bile olmayacak!" İnsan ağaçları mı, bu gerçekten iştah falan bırakmamıştı. Yine aç kaldım anlaşılan diye mırıldandı Süveyda. O sırada nispet yapar gibi iki tas yemek getirdi hancının çırağı. Emir nerede kalmıştı acaba, yemek soğumadan gelseydi bari... Birine sahte bir isimle seslenmek çok tuhafıma gidiyor, gerçi bu şartlar altında gerçeğini söylemesini de bekleyemezdin değil mi, diye düşündü. Yemek yiyemeyeceksem boş boş durmaktan iyidir deyip çantasından büyükçe bir harita çıkardı. Güneydeki Perlam Ormanlarına kadar daha çok uzun bir yolları vardı, en az 5 kez konaklamaları gerekiyordu. Güzergahı belki milyonuncu kez kontrol ederken bir arka masadan sessiz bir konuşma ilişti kulağına. "Bu hikayenin buraya kadar geldiğine inanamıyorum, denize kıyısı bile yok bu kasabanın." dedi huzursuz bir ses. "Destan kapa o çeneni yoksa ben kapatırım, böyle gevezelik edersen seni linç ederler burada, beni de peşinden sürüklersin, pisi pisine ölmek mi istiyorsun?" diye sert, sessiz bir ikaz geldi yanındaki adamdan. Ama Süveyda duyacağını duymuş, anlayacağını anlamıştı çoktan. Bu bölgede tekin bir han bulmak bu kadar mı zordu Allah'ım... Eşyalarını geri toplarken Emir de gelmişti nihayet. "Niye bu kadar uzun sürdü? O yarayla çok dolaşmaman lazım biliyorsun değil mi? Yemeğini ye, hemen kalkacağız. Geceyi geçirecek başka bir han bulmamız lazım" "Kasabada doğru düzgün ahır bile yok, at ayarlamam biraz zaman aldı. Neden burada konaklamıyoruz, şüpheli bir şey mi oldu?" "Hayır sadece bu gece burada bir olay çıkması muhtemel ve ben buna dahil olmak istemiyorum, hayatım olay olmuş zaten" Emir itiraz etmedi, çok konuşmazdı zaten. Kendisine çok da güvenmediğini biliyordu, aman o da ona güvenmiyordu zaten. "Ne güzel yol arkadaşı, ne güzel yol arkadaşı..." diye içinden söylendi Süveyda. Kumral saçlarına tezat simsiyah olan gözleri öyle derin bakıyordu ki bazen o gözlerin neler sakladığını cidden merak ediyordu. Her şeye rağmen o gün Emir'i kurtardığına pişman değildi, yani en azından şimdilik. Hayatta geride bırakamayacağı hiç bir şeye sahip olmayan biriydi Süveyda, tek düşüncesi maddi endişeleri olmayacak bir hayat sürmekti. Bu yüzden Emir'e yardım etmeyi kabul etmişti zaten, kim olduğu veya başını nasıl bir belaya soktuğunu anlatmamıştı ve muhtemelen asla da anlatmayacaktı. Sadece en acele ve güvenli bir şekilde Perlam Ormanlarına ulaşıp orada birileriyle buluşması gerektiğini, yardım ederse karşılığında o insanların Süveyda'ya 500 altın ödeme yapacağını söylemişti. 1 altınla bir ay geçinen biri için 500 altın cidden kaçırılmayacak bir fırsattı. Zaten onu ilk gördüğünde yardım etmeye karar verince hayatında bir şeylerin değişeceğini hissetmişti. "Umarım bu değişiklik kötü anlamda olmaz..." "Efendim?" "Bir şey demedim, kalkalım mı? Yaran ne durumda, bu gece biraz daha yürümen gerekecek." "Sorun değil dayanabilirim" Yemeklerin parasını ödeyip gecenin ayazına çıktılar, kapı arkalarından kapanırken arka masalarında oturan iki adam da önlerinde oturan ikilinin ne kadar garip olduğuna dair konuşuyorlardı...


İclal

Büyük dedemin gözü gibi baktığı âdeta eski dönemleri önem seren kitabı elime aldım. Tarih kokuyordu. İçinde o dönemin önemli bir taciri tarafından günlük olarak yazılmış notlar vardı. İlk sayfayı açtığım zaman dikkatimi çeken ilk kelime "köle" olmuştu." Bu köyde insanları köle olarak alıp satıyorlar. Bunun adını da köle pazarlama olarak resmileştirmişler. Kendini tüccar zanneden iki hırsız insanların ellerinden malzemelerini çalıp onları köle gibi satıyor. Olan her zaman mazlum halka oluyor. Kıtlık, açlık, sefalet onları borç almaya sürüklüyor. Bu insanlar da adeta sivri sinek gibi kanlarını içip geride bir damla bırakmayacak şekilde insanları sömürüyor. Ben bu insanları unutmayacağım. Unutturmayacağım." Ne üzücü bir gerçeklikti bu yazılanlar. Hepsi birer anıydı aslında. Okurken bana hikayeyi andırıyordu halbuki. Hayat bu değil miydi? Bizim gerçekliğimiz başka insanların hayalleri.....


Kübra 

Güneş tam tepedeydi. Hasan, ailesi için yiyecek bir şeyler aramaya çıkmıştı. Kimsenin kimseye bir parça ekmek bile vermediği kıtlık zamanıydı. Hasan ağır adımlarla pazara doğru gidiyordu. Pazar... Eskiden capcanlı, hayat dolu olurdu. İğne atsan yere düşmezdi. Liman kentinden yepyeni mallarla gelen tacirler, alışveriş yapan köylüler ve etrafta koşuşturan çocuklar... Hasan o günleri düşündükçe gözleri doldu "Ah, şu kahrolası kıtlık olmasaydı..." diye yakınmaya başladı. Şimdiki pazarda ise yalnız birkaç dükkan açıktı. Her şey eskisinin 3-4 katı pahalıydı. İnsanlar zar zor hayatta kalıyor, çocuklar güçten düşüp hastalanıyorlardı. Neden mi? Açlıktan. 6 aydır süren bu dayanılmaz açlık. Hasan'ın adımları yavaşlamıştı. Tüm bunlar kafasından geçerken, olduğu yere yığılıp kalmak istiyor, bu hayata daha fazla katlanamayacağını düşünüyordu. Derken yoluna bir camii çıktı. Çocukken annesinin her sabah Kur'an kursuna getirdiği camiydi bu. "Ne kadar trajik, çocukken zorla geldiğim bu yer şimdi köydeki tek huzurlu mekanım." Çeşmeden su akmadığı için teyemmüm alan Hasan, terliklerini çıkarıp camiye girdi. İçeri adımını atmasıyla arkadan ses duyması bir oldu. Hırsızın biri Hasan'ın o eski yıpranmış terliklerini çalmıştı. Güldü. Kahkaha atmaya başladı." Yarabbim, insan gerçekten rızkının nereden geleceğini bilemiyor, benim eski terliklerim bir insanı sevindirdi şimdi."


Gül

Sessiz akşamların sessiz evlatlarıydık artık biz. Eskisi gibi bol muhabbetli, eğlenceli, kahkahaların havada uçuştuğu akşamlar yoktu. Nasıl olsun ki? Açtık. Bırak konuşmayı gülmeyi, parmağımızı kıpırdatacak mecalimiz yoktu. Çay, yanında çaya batırmaktan zevk aldığımız o bisküvi, çekirdek bir de yanında mutlu bir aile tebessümle hatırlayacağımız anılarımızdı artık bunlar. Kıtlık sadece karnımızı aç bırakmamıştı duygularımızı da aç bırakmıştı. Kıtlık dediklerinde sadece aç kalmak kavramı geçerdi aklımdan, yaşayınca anlıyor ya insan. Duygu kıtlığı da varmış. Bir başka bu duygu kıtlığı. Yemek gibi çalınmıyor duygular. Hırsızlar pusuda bekleyemiyor biraz duygu çalayım da hislerim doysun diye. Yan komşunun bizden sakladığı bir ekmek gibi saklanmıyor da. Yaşanıyor, sadece yaşanıyor. Üzülmek bile yoruyor artık. Üzülmeye enerjimiz kalmadı. Bütün gün oturup boş boş etrafa bakıyoruz. Birbirimize söylemeye cesaretimiz yok ama ölmeyi bekliyoruz. Korkmuyoruz ölmekten. Korkmaya gücümüz yok çünkü. Derin bir sessizlik var. O kadar derin ki artık kafalarımızın uydurduğu sesleri gerçek sanıyoruz da aldırmıyoruz. Gücümüz yok çünkü. Aslında bazı sesler duymak istemiyor da değiliz. Ya da gürültü yapmak istemiyor değiliz. Eskisi gibi köydeki çocukları meydana toplayıp korku hikayeleri anlatıp etrafta kaçışmak istiyoruz. Mahallenin başında oturan Hüseyin amcanın gürültü yapıyoruz diye sopasıyla bizi kovalamasını istiyoruz. Emine teyzenin mandallarını çalan Recep'i yakalayıp Emine teyzeden ödül almak istiyoruz. İstiyoruz da... İşte sadece ölümü bekliyorlardı...


Zeynep

Kıtlık İbrahimlerin köyüne geldiğinden beri, açlık ve sefalet köylünün dilinden düşürmediği iki kelime olmuştu. Elindeki bir ucu yanık ekmeğe daha sıkı tutundu İbrahim. Pazar yerinin bir köşesinde öylece büküvermişti bu nimeti. Ekmeğinin elinden kayıp da bata çıka yürüdüğü çamurlu yollara düşecekmiş hissi aklının en kuytu köşelerinden çıktı geldi. Birazı çamur olsa iyiydi ama ya hepsi çamur olursa karınlarını nasıl doyururlardı? "Büyük adam olduğumda." diye düşündü İbrahim. "Her gün bir kamyon ekmek dağıtacağım. Karnı aç birine rastlayıp da doyurmazsam benden namerdi olmasın. Daha hızlı adımlar attı ve sonunda vardı yıkık dökük evlerine. Annesi bir tarafı çökük yatakta uyuyarak acılarını dindirmeye çalışıyordu. Yavaşça gidip annesinin yatağının kenarına çöktü ve elini annesinin alnına koyup kulağına fısıldadı. "Anneciğim ben geldim. "İbrahim sen misin?" "Benim anne."  Aralarında daha fazla bir konuşma geçmedi, uzun süreden beri kelimeler de onları terk etmişti. Bir iki lokma zar zor yediler de karınlarını doyurdular. Annesinin yanına gidip kirli saçlarının her telini okşadı öptü. "Büyük adam olursam." diye düşündü. "Tacir olacağım, kocaman kamyonumla her gün başka şehirlere gideceğim. Yanımda annem bana gülümsüyor, bir şarkı açıyor teypten. Birlikte söylüyor, bağıra çağıra geçiyoruz yolları. Etraf dağ bayır kim duyar ki bizi? Ama annem bağırmaz yine azarlar beni değil mi?"  diye düşünüyor İbrahim. Sahi azarlamayalı ne kadar olmuştu annesi İbrahim'i. Keşke azarlasa diye düşündü, özlemişti annesinin tembihlerini. Kıtlığın onlardan bir hırsız gibi çaldığı şeylere bu gece bir yenisi daha eklenmişti oysa ki. İbrahim farkında olmadan daha çok sokuldu yanındaki cansız bedene. Kamyonları gündüz bile sıcacık olurdu değil mi? Güneş batmak üzere. Daha karanlık basmamasına rağmen sokak lambalarınca aydınlatılmış yoldan bir kaykaycı geçiyor. Bu zamana kadar kaykayıyla yatıp kalktığı belli, ustaca sürüyor. Rüzgar gibi hızlıca geçiyor yanımdan birkaç saniyede. Yolun kenarındaki çöp konteynırında bir evsiz ekmek arıyor. Kim bilir ne kadar zamandır hasret bir yemeğe. Belki de dilenemeyecek kadar gururlu, umutsuzca karıştırıyor çöpü. "Hayır ,çöpte arama." diyor içinden Deniz. "Kenarlarına bak çöpün, orada sana ait bir şeyler bulacaksın."  Çöpün içerisini biraz daha karıştıran evsiz ,ümitsizce kafasını kaldırıyor. Aradığını bulamamış ,bakışları mahzun. Tam gidecekken bakışları takılıyor çöpün diğer kenarında asılı ve ağzı sıkıca kapalı bir poşete, alıyor. Elleri heyecanını ele verircesine titrek. Ve işte açıyor poşeti. Etrafına yayılan o taze ekmek kokusu. Gözleri doluyor. "Biliyordum." diyor içinden "Tanrı beni unutmadı. Tanrı beni görüyor." Gökyüzüne bakıyor ve bir tebessüm dudaklarında, onunla birlikte gözleri dolan bir evliden habersiz. "İyi ki..." diyor Deniz, "İyi ki şu adamı fark ettim de az da olsa bir yardım edebildim." Evsiz adam usulca terk ediyor sokağı, kim bilir kiminle paylaşmak için elindeki aşı. Yan komşudan bir ses yükseliyor. "Lanet girsin başı bulunamayan tüm koli bantlarına..!" Belli belirsiz bir kıkırtı çıkıyor Deniz'den. Belli ki komşusu bandın başını bulamayacak kadar fazlaca kesmiş tırnaklarını.


Kerem

Kıtlık zamanı... Evde hiçbir şey yok. En son ne zaman doğru düzgün yemek yedim hatırlamıyorum. Eşim zor da olsa dayanıyor. Onu en yakın zamanda güzel bir şehre götürmek istiyorum. Yolda Muhtar Emmiyi görüyorum. Muhtar telaşlı görünüyor. Benim evin oradan geldiğini fark edip ona doğru koşuyorum. Omuzlarını tutup ne olduğunu soruyorum. Muhtar "Biliyorsun, tacirler buraya pazarı canlandırıp kıtlığa son vermek için geliyor." Tuttuğum nefesi rahatça veriyorum. Muhtar "İşte, o tacirleri hırsızlar soymuş. Köylüler endişeli ve kızgın. Bazıları birbirini suçlamaya başladı bile. Hiçbirine sözümü dinletemedim. Dikkatli ol Mehmet, bu köyün dermanı kalmadı. Artık seni ve eşini suçlayabilirler. Gençsin, güçlü adamsın. Eşini al, gerekirse sırtında taşı yeter ki gidin buralardan." diye devam etti konuşmasına...İçimi bir korku kaplıyor. Ya Fatma'ya bir şey olursa ne yaparım. Muhtar emmiye verdiği bilgiler için teşekkür edip eve koşuyorum. Kapıyı çalıyorum. Çıt yok. Bu sefer daha sert vuruyorum. Hâlâ çıt yok. Kapıyı yumruklayıp "FATMA!" diye bağırıyorum. Kapı yavaşça açılıyor. Kapı sonunda açılıyor. Fatma masmavi gözlerini ovuştururken "Üzgünüm, dün tarlada çok iş vardı. İyi dinlenemedim." diyor. Ağlamaklı bir şekilde ona sarılıyorum. O da benim gibi bir deri bir kemik kalmış. "Üzgünüm," diyorum "Sana güzel bir hayat veremedim. Sana sadece bu barakayı bir de bu sert yatağı verebildim." Fatma hafifçe gülümsüyor. "Bana bunlardan daha değerli bir şeyi verdin, unuttun mu?" diyor. Ne olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Acaba unuttum mu? Hayır o bu kadar değerli dediğine göre hatırlamam gerek. Bana daha çok gülümsüyor. "Bana kalbinin yarısını vermedin mi?" diyor narin sesiyle. Daha da ağlamaklı oluyorum. Neredeyse hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. Ağzımdan sadece "Üzgünüm..." sözcüğü çıkıyor. Başımı okşuyor. "Seni asla bırakmayacağım, sen de beni bırakmayacaksın. Bu bir söz, olur mu?" diyor. Artık hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. "Evet!" diye bağırıyorum, "Seni asla bırakmayacağım..."

Bu olay olalı beş yıl oldu. Üzgünüm Fatma, sözümüzü tutamadık...


Sabiha

"Ablaaa..." Acı çığlık hemen arkamdan geliyordu. Tanıdığım ses kalbimi sakinleştirmişti. Yıllarımı adadığım küçük kardeşim, Onur son nefesimde de yanımda olacaktı demek. Acının küçük tebessümü işte, o tebessüm bütün acıları unutturuyordu. Kalbime giren kurşun her saniye daha da acısını arttırıyordu. Bir elimde silah diğer elimde ise Onur'un eli. Gözyaşları yüzüme düşerken yavaş yavaş sesler kesiliyordu. "Abla lütfen dayan kurtaracağım seni." "O-Onur... Git buradan lütfen git..."Son sözlerimi onu kovmak için kullanıyordum. "Abla bak burada da var o çiçekten" elindeki beyaz zambakla bana doğru koşuyordu Onur. "Bu zambakları babaanneme götürelim, çok sever." cevap vermek istiyordum ama konuşamıyordum. Hani derler ya ölünce en güzel anların gözlerinin önünden film gibi geçer, ben de o güzel anı görüyordum. Tek güzel anımızı görüyordum. Tek güzel anımızı... "Seni asla affetmeyeceğim beni bıraktığın için." İlk defa bir şeyden pişman oluyorum galiba...Onur artık yalnızdı...


Kinder Çikolata

"Köle tacirlerimi? Ne bu kamera şakası mı? Kaçıncı yüzyıldayız haberin var mı senin? Polis karakolu hemen şurada. Sabahtan beri başka cevap alamadım ve hala kaçmaya devam ediyorum. Gerçekten kimseyi ikna edemeyecek miyim? Eğer edemezsem bu son pazarım olacak büyük ihtimalle."  Bu düşünceler içerisinde yürürken fark etmeden şehrin dışına çıkmışım. Etrafta sadece ufak tefek gecekondular görebiliyorum. "Belki..." diyorum. "Belki burada yalnız yaşayan, beni polise yollamayacak birini bulabilirim." diye düşünürken evlerden birinden yirmilerinde olduğunu tahmin ettiğim yakışıklı bir erkek çıkıyor. Çamaşırlarını dışardaki ağaçların arasına gerilmiş ipe asmaya başlıyor. Çamaşırlarından anladığım kadarıyla bekar. Umutlanmaya başlıyorum. Yavaş yavaş yanına gidiyorum. Ona doğru ilerlediğimi fark edince çamaşırları aşmayı bırakıyor ve selam veriyor. Selamını alıyorum ve aramızda ufak bir sohbet başlıyor aramızda. O sırada kendi hikayesini soruyorum. Köyden iş için şehre göç eden ama düzgün bir iş bulamayıp kendini burada bulan bir köylüymüş kendisi. "Eee... sizin gibi bir hanımefendinin ne işi var böyle bir yerde?" diye sorunca çekingen bir ifadeyle sabahtan beri herkese anlattığım hikayemi ona da anlatıyorum. Hikayemi dinledikten sonra inandığı gibi üstelik birde evinde saklanabileceğimi yalnız başına yaşadığını söylüyor. Boşuna umutlanmamışım. Neden polise gidemediğimi bile sormuyor zavallı saftirik. Yakışıklı olduğu gibi sağlığı da yerinde. Bu mal kıtlığında oldukça değerli bir köle olacaktır. Patron da bunun farkında, neyse ki 2 aydır kimseyi kandırama mı akşam gelip çocuğu görünce affediyor. Bugün de bir başkasının hayatını çalarak hayatta kalmayı başarıyorum.


0 Comments:

Yorum Gönder