26. Bölüm 5. Kelime


 Rampa, böğürtlen, su, avize, beyaz


Kedili Matbaa

Öğrendiğim ilginç bir şey vardı. Eğer hayatta il değiştirirsen bazı şeyleri fark ederdin. Bunu bizzat yaşamıştım. Antalya'dan Kocaeli'ne gitmek benim için bir farkındalık durumu yaratmıştı. Hissettiğim şey tam anlamıyla bir rampadan düşme hissiyle aynıydı.

Güneş'in beyazlığının şehrinden, bulutların gri olduğu bir şehre geçişti bu benim için. Suyun yoğunluk içinde bile kokusu ile rahatlattığı bir ilden, binaların sana sakın adımlar ile yakınlaşarak boğduğu bir ile geçmiştim. Ama bunun güzel bir yanında vardı. Parlak süslü avizeli bir yaşama itmeye hazır enerjili ve tempolu bir yaşamdan, doğa ile iç içe geçmiş ve ona sarıldığın zaman tatlı huzur veren bir ile geçmiştim. Biri ağızda mango tadı bırakırken öbürü avakoda tadı bırakıyordu.

İller arası değişimde ilk fark ettiğim şey, denize takıntılı olmuştum ben. Üstüme gelen yoğun tempolar arasında bana huzur veren bir şeydi deniz. Fakat doğa ile içe olunca denize olan takıntımı fark etmiştim. Bir il sizi kendine bağımlı yapabilir. Başka bir il ise bunu fark ettirir. Ve neyi ile bağımlı olduğunuzu da söyler. Bunu fark ettiğiniz anda yaşamınız değişir. Gerçekten değişen bir şey vardı, o da doğa ile iç içe olan bir yerde enerjik olduğumu fark etmem idi. Binalar arasında susan bir benliğim vardı.

Tüm değişimin bana anlattığı tek bir şey vardı, zıtlığın her şeyin farkını anlatacak bir tadı vardı ve bu tad kaçınılmazdı.


Canan

“Nergis anahtarları aldın değil mi?” bu soruya 5. kez cevap verişiydi Nergis’in. 

“Evet aldım tamam artık çıkıyorum, üç ay yokum diye aylaklık etme, kendine iyi bakıyorsun ben aradığımda telefonu hemen açıyorsun, çiçeklerime de su vermeyi unutmuyorsun”

 Kapıdan çıkmadan önce son kez sarılıp vedalaştı ev arkadaşıyla. 

Mor Vosvos’u asfaltta kayarken radyoda çalan şarkıya bırakmıştı düşüncelerini. Dört saatlik yolculuğun ardından nihayet ulaşmıştı yuvasına. 

Uzun, taşlı ve düzensiz yokuşun aşağısında, kavak ve ceviz ağaçlarının sakladığı, çocukluk anılarıyla dolu olan küçük derme çatma bir evdi yuvası. Sahi ne kadar olmuştu gelmeyeli 5 yıl, 7 yıl? 

Arabayı yokuşun sonunda bir ceviz ağacının gölgesine park etti. 

Esen hafif rüzgar hoş geldin dercesine yüzünü yalayıp geçiyor, ikindin semalarında olduğunu belli eden renkli gökyüzü gülümsüyordu. Paslı tel örgü ile yapılmış olan bahçe kapısını aralayıp şöyle bir göz gezdirdi bahçeye. 

Babası her zamanki gibi kovanların başında arılarla ilgileniyor sürekli “Yaklaşmayın, arılar biraz sinirli uzak durun çocuklar” diye uyarıyordu. Annesi asmanın yanındaki böğürtlen çalısını buduyor, kardeşi ise ceviz ağacına yapılmış salıncakta sallanıyordu. 

Hatırladığı kesik kesik anılar Nergis’in yüreğini buğulamıştı. Gözünden düşen bir damlayı silip eve doğru adımladı, merdivenlerin yanına tekerlekli sandalye için yapılmış rampadan çıkarken ayağının altında hissettiği çıkıntı ona çocukken ayağı takıldığı için buradan hep düştüğünü hatırlattı. Demir, boyası dökülmüş, ağır kapının kilidini açıp yavaşça araladı. Evin nemli ve boğuk havası daha içeri girmeden genzini yakmıştı. 

Genç kızı ilk salonun ortasında tavandan düşmüş büyük avize ve cam parçaları karşıladı. Hatırladığı beyaz duvarların grileşmiş ve  örümcek ağlarıyla dolu hali vicdanını sızlatmıştı. 

Neden gelmek için bu kadar beklemişti ki, son durağının bu ev olduğunu bile bile neden bu ziyareti geciktirmişti?


Buz sarkıtı

Hep sorup dururum kendime nedir bu yalnızlık? Nedir bu hayattan bıkmışlık hissi? Nedir bu her kışta kar görüşümde ki ölme isteği? Evet, her kış o beyaz karların iri iri düşüşleri arasında yere uzanıp izlerken ölmeyi hayal ediyorum. Yaşamak boşa yazılmış bir senaryo gibi geliyor artık. İliklerime kadar yavaş yavaş donmak beyazlara bürünmek daha anlamlı gibi. Kafa tatili yapmam için kafamı düşüncelerden soyutlayıp kaçmam gerekiyor uzaklara ancak ayağımı bastığım yer insan kaynıyor. Sokaklardan eve sığınsam bu seferde varlıklarını hissettiren arabalarının motor ve korna sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Kaçış ölüm gibi gözüküyor fakat bu benim içimde ki gerçek istek değil. Umutsuzluklarımın, hayal kırıklıklarımın isteği. Biliyorum ki hâlâ içimde bir yerlerde bir şeyler sabret diyor o beyaz ölümün güzelliğine kaptırma kendini diyor. Sabrediyorum sanırım ama şu da var ki her geçen gün azalıyor bu sabrım nereye kadar gidecek kim bilir? "Melenda halıya uzanmış avizenin altında tavana bakıp ne yapıyorsun?" Peter'in dediği gibi tepemde ki koptu kopacak avizenin altında halıya uzanmış tavanı seyrediyordum. " Bu avize ne zaman birimizin kafasına düşer onu düşünüyorum Peter. Umarım şansına benim kafama düşer." 

"Hey! Saçmalamayı kes lütfen Bayan Lily böğürtlenli turta yapmış seni çağırmamı istedi." Canım hiçbir şey yemek içmek istemiyordu ama Bayan Lily çok kırılgan ve takıntılı bir kadındı. Şayet turtasından yemezsem ben yiyene kadar her gün malikanede turta yapar ve etrafımda dolaşırdı. " Ah geliyorum..." ayağa kalkıp tam salondan çıkacağım sıra çok şiddetli bir gürültü ile Peter ile aynı anda çığlık attık. Evet evet tam olarak çürük saplı avize ben kalktıktan sonra düşerek tuzla buz olmuştu. "Melenda! Çok şükür ki sen kalktıktan sonra düştü."

"Eyvahlar olsun! Ne olmuş burada?" Telaşla Bayan Lily içeri girerken içimde ki anlık korku yerini hissizliğe bırakmıştı. "Sorun yok Bayan Lily sadece az önce altında durduğum avize artık avize değil." dedim. Bir yerdeki kırık camlara bir bana korkuyla bakarken "Ne! İyi misin benim güzel Melenda'm hemen su getireyim." uzanıp omuzlarından tuttup "Gerek yok Bayan Lily ben kalktıktan sonra oldu zaten. Böğürtlenli turta yapmıştın değil mi?" diyerek dikkatini dağıttım.

"Turtalarım! Yandılar!" Bayan Lily koşarak mutfağa giderken ben ve Peter'de arkasından gittik. Bayan Lily fırındaki turtalarını endişeli endişeli çıkarırken onun bu hâline gülümsedim. Bayan Lily neredeyse kırklı yaşlarında orta yaşlı bir kadındı. Fark ediyorumda benden daha deli dolu, daha canlı ve daha pozitifti her şeye rağmen hayata gülümsemeyi başarmış güçlü bir kadındı. Bense hayatımda ki rampalı yollarda bozuk bir araçla yolsuz bir yolcu gibi bezgin halde ilerliyordum. Kim bilir belki bir gün kırk yaşına kadar yaşarsam bende onun gibi hayata gülen bir kadın olurdum, belki de çoktan ölmüş...


Yumi

Evin otoparkına giden rampadan inen aracın farları civardaki tek ışık kaynağıydı. “Anlaşılan tüm mahallede elektrikler gitmiş” diye söylendi Derya. Şirket toplantılarının uzun sürmesi, aman trafik, yok kaza olmuş derken saat gece yarısı olmuştu. Zaten soğuk bir geceydi, bir de elektrikler olmayınca bu yorucu güne baya sinir bozucu bir final olacaktı. Otoparkın kepenkleri elektrik olmadığı için açılamadığından aracı kepengin önüne park edip aşağı indi. Bu zengin semtinde kimsenin jeneratörü olmaması çok tuhaf diye düşündü, etrafını saran karanlığa bakarak. Hoş kendi evinin de yoktu, teyzesinden miras kalmıştı bu ev, tıpkı araba gibi. Mahalledeki diğer evlere göre eski olsa da sonradan eklenen yeraltı otopark alanı ve havuz gibi unsurlar bu 2 katlı müstakil evi biraz da makyajla zengin evi gibi göstermeye yetmişti. “İlk gördüğümde ne etkilenmiştim ama. Şimdi ise bu koca evde tek olmak beni huzursuz ediyor..." Üşüyen ellerini ovuştura ovuştura kapıya yöneldi. Anahtarı arabadayken çantasından çıkarsaydı keşke, şimdi el yordamıyla bulmak uğraştırıyordu. Tüm konsantresini anahtarın metalini hissetmeye vermişken bir ayak sesi duydu sanki belli belirsiz. Bu saatte buralardan kim geçerdi ki? İçindeki huzursuzluk yavaşça büyüyordu. Alel acele anahtarı bulduğu gibi kendini içeri attı. Eli hızla elektrik düğmesine gitmişti ama nafile “Elektrik yok ya geri zekâlı...” Tamam gerilecek bir şey yoktu. Zaten çok yorgundu. Gider direkt kafayı vurur yatardı, sabaha da elektrikler gelirdi zaten. Önce bir bardak su içeyim kafam yerine gelsin diye mutfağa yöneldi. O mutfağa girerken arkasından koridordaki cam avize usulca sallanıp şıkırdamıştı. Rüzgâr mı? Hangi camı açık bıraktım ki? Cidden evin içi de baya soğuk, yatmadan önce açık camı da bulmam gerekecek diye düşünerek ilerledi. Bahçeye açılan cam kapının açık olabileceği ihtimali hiç aklına gelmemişti...

Mutfağa varınca telefonunun feneriyle mermerin üstündeki su sürahisini ve dolaptan bir bardağı aldı hemen. Suyumu içiyorum, açık pencereyi bulup kapatıyorum sonra üst kata yatak odama çıkıyorum battaniyeyi kafama kadar çekiyor ve bu geceyi bitiriyorum diye mırıldanıyordu. O sırada telefonun fenerinin vurduğu mermer kısmında iri bir leke fark etti. Sabahleyin mermeri temizleyip çıktığına emindi. Kokusu, ezilmiş böğürtlen miydi o? Evet evet tadınca emin olmuştu. Tamam dolapta bir kase böğürtlen vardı ama mermerin üzerinde olmaması gerekirdi. Bu eve birisi mi girmişti... Bu düşünce ile birden yüzü bembeyaz kesildi. Ya hâlâ evdeyse? Ya duyduğum ayak sesleri sokaktan değil de evin içinden geldiyse... Karanlığın içinde kendini yapayalnız ve korumasız hissetmişti bir anda. Hızla mutfağın kapısına yöneldi, önce kapıyı kilitleyecek sonra da polisi arayacaktı. Tam kapıyı kapatacakken bir el arka taraftan kapıyı tuttu. Çığlık atan Derya o korkuyla kapıyı bırakıp geri sıçramıştı. Orta boylarda bir siluet kapıdan içeri girdi. Derya korkuyla odanın bir köşesine çökmüş siluete bakıyordu. Kimdi bu? Kendisinden ne istiyordu? Hırsız mıydı? Yoksa bir psikopat mı? Aklından bin bir türlü şey geçiyordu. Telefonun fenerini bir anlık bir kararla siluetin yüzüne çevirdi. Görmek istemişti. Karşısındakinin ışıktan gözü kamaşmış ama bu durum bir kaç saniye sürmüştü sadece. Çünkü gördüğü manzara ile şoka uğrayan Derya elindeki telefonu zemine düşürmüştü. Yüz üstü düşen telefonun ışığı tavana doğru bu iki insanın arasından yükseliyor, Deryanın korku ve şaşkınlık dolu bakışları ile siluetin öfke dolu ve acır bakışlarını aydınlatıyordu. “Olamaz...” dedi Derya.

“Olamaz senin hapiste olman gerekiyordu!!” “Ölene kadar orada çürümemi isterdin değil mi?” dedi siluet. “Bu evde tekrar bulunmak bana ne kadar acı veriyor biliyor musun? Ama buna rağmen, hapisten kaçmanın sonuçlarına rağmen buraya geldim. Çünkü o gün mahkeme salonunda yemin etmiştim. Elimden çaldığın, annemin ellerinden çaldığın o mutluluğu sana bırakmayacaktım!” “Saçma sapan konuşma!” diye bağırdı Derya. “Teyzemi sen öldürdün, anneni kendi ellerinle öldürdüğün mahkemede kanıtlandı. Nasıl beni suçlayabiliyorsun?!” “Asıl sen bırak saçmalamayı Derya!” diye karşılık verdi siluet. “Burada senden benden başka kimse yok, yalan söylemeni numara yapmanı gerektirecek kimse yok. Annemi senin öldürdüğünü ikimiz de biliyoruz. Mirasa konabilmek için suçu benim üstüme yıktığını da. Halâ aklım almıyor, sırf para için, ev için araba için şirket için bize bunu nasıl yapabildin?” Bir yandan gözleri dolmaya başlamış bir yandan da elindeki silahı yavaş yavaş Deryaya doğrultmuştu.

“Annemi kaybetmenin acısı yetmezmiş gibi hem anne katili olarak biliniyorum hem de gerçek katil onun evinde onun şirketinde gününü gün ediyor. Buna katlanabileceğimi mi sandın?!” Git gide daha yüksek sesle bağırmaya başlamıştı. Öfke dolu olan sesi aynı zamanda için için ağlıyor gibi geliyordu kulağa. “Hiç değilse şunu söyle, pişman mısın?” Derya çekildiği köşede tüm bu cümleleri başı önüne eğik dinlemişti. Bu soru üzerine başını kaldırdı ve siluet ile göz göze geldi. İşte o an bir katilin gözlerini gördü siluet. Masum ve mağdur maskelerini takmadan, onun gerçek yüzünü. Öldürmek ile hiç bir vicdani sorunu olmayan birinin gözleriydi bunlar. Suratında her şey buraya kadarmış dercesine hafif bir gülümseme ve dudaklarından dökülen tek bir kelime “Hayır”. Bir parmak hareket etti, bir beden yere düştü. Susturucunun etkisiyle bu ölümü bahçedeki karıncalar bile duymamıştı. Açık bahçe kapısından sessizce dışarı çıktı bir siluet. Ve ev yine yalnız kaldı, kimseye yâr olmayan bu ev bir defteri daha kapatmış ve sonraki sahibini beklemeye koyulmuştu bile.

25. Bölüm 5 Kelime

 


Kelimeler: Çay, gülmek, fırça, saçak, mısır 

Şenay

Gülümseyerek çayını yudumluyordu. Gözlerinin kenarındaki kıvrımlar, konuşmasındaki sıcaklık, yeni bir hikaye anlatmaya başlayacağının habercisiydi. 

“Mısır tarlasında çalıştığım zamanlar, mısırın saçaklarını alır. Küçük çocuklara oyuncaklar yapardık. Bizim ekip bayılırdı, hem gezmeye, hem de yardım edip, çocukları güldürüp eğlendirmeye. Hayal meyal hatırlarım, Maviş dediğimiz, kocaman mavi gözlü bir kız vardı. Resim yapmayı çok severdi. Rahmetli arkadaşım Cesur, mısırın saçakları ile fırçalar yapıp verdiğinde, o koca mavi gözlerden süzülen sıcak ve samimi gülümseyişi hayla aklımda. Bir de biz giderken ki hüzünlü gözleri gitmez aklımdan...” dedi gözyaşlarını silerek. Yine hatırlamıştı o köyde yiten canları. O köyden ayrıldıktan sonra, arkadaşları ile geri dönme kararı almışlar, geri döndüklerinde ise sessiz bir köy karşılamış onları. Oradakilerin anlattıklarına göre köye baskın olmuş. Ne kadar can, mal, mülk varsa yerle bir etmişler. Büyük teyzemin ise, hepsi yitip gitmekte olan anıları olmuş. Bir yandan unutmaktan memnun, bir yandan ise geriye kalan anılarının zihninden de kaybolmasına üzgün. 

Sohbetin sonuna hep“Ah, ah! Olmasaydı o anılar, şimdiki ben olur muydum? Hepsi de beni, ben yapmak için vardı.” diye bitirdiğini, bu sözleriyle anlardık...



Yumi

 

Çok sevdiğim bir masala naçizane devam hikayesidir :) 


Uçsuz bucaksız bir mısır tarlasının içinde koşturuyordum. Boyumu aşan yeşillikler önümü görmeme engel oluyor, mısır koçanlarının saçakları sanki elbisemin uçlarından tutup beni bir yöne doğru götürüyordu. Tamam dedim, size emanetim, istediğiniz yere götürün beni. Bir süre sonra mısır tarlasının sonuna gelmiştim nihayet. Az ileride birini fark ettim. Büyük bir incir ağacına yaslanarak uyuyordu. Yanında büyük bir heybe ve kıvrılmış orta boy bir halı duruyordu. Acaba dedim, acaba bir ihtimal onlardan olabilir mi? Usulca omzuna dokundum “Affedersiniz?” Bir anda şaşkınlıkla ayağa fırladı. “Of dalmış mıyım ben!” Gözleri ufukta alçalmaya başlayan güneşe takıldı. “Geç kaldım geç kaldım, Süt Beyaz Köşkünün hanımına ne derim ben...” Benim varlığımı tamamen unutmuş, heybesinin etrafındaki ufak tefek eşyalarını topluyordu. Ben ise duyduklarımdan sonra bırak onu unutmayı peşinden ayrılmayı bile düşünmüyordum. Arkasını döndüğünde beni ilk kez görmüş gibi afalladı. “Pardon, çok acelem var. Bir şey mi soracaktınız?” dedi kibarca. Gitmemek için hiç bir sebebim yoktu. Ana yoldan biraz içeriye doğru park ettiğim karavanım ben gelene kadar sapasağlam dururdu. Hem bu fırsat insanın başına kaç kez gelirdi ki? İçimde dolup taşan heyecanla konuşabildim nihayet. “Yolcu alır mıydınız acaba? Bir uçan halı sürücüsüsünüz değil mi?” “Şeey evet ama programım çok yoğun ve geç bile kaldım. Korkarım ki sizi istediğiniz noktaya götüremem.”

“Ah hiç sorun değil, Süt Beyaz Köşküne uğramayı hep isterdim zaten. Sonrasında da Uçan halı bulabileceğim bir hana bıraksanız yeter. Ödeme olarak bir çanta mısırım var bu olur mu? Arkadaki tarla bir arkadaşımın, istediğin kadar toplayabilirsin demişti. İsterseniz miktarı arttırabilirim.” Beni halısına almak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Neyse ki çok uğraşmama gerek kalmadı. “Tamam, ödemeye gerek yok. Tüm yolu tek gitmek biraz sıkıcı oluyordu zaten" dedi gülümseyerek. Rahatlamıştım. Sessiz sakin kenarda bekleyip halıyı açmasını izledim, açılır açılmaz yerden yükselmesi gerçekten büyüleyiciydi. “İsminiz nedir?” dedi halıya tek seferde atlayan gizemli uçan halı sürücüsü. “Dilek” dedim binmeye çalışırken. “Ya siz?” Bir yandan bana yardım etmeye çalışıyor bir yandan da bir türlü halıya tırmanamayan halime gülüyordu. “Halit, memnun oldum" “Ben dee, ohh nihayet çıkabildim. Bu olay bu kadar zor muydu ya?” İş çıkmakla bitmiyordu, yerde kalan sırt çantamı ve mısır dolu kumaş çantamı almaya çalışıyordum şimdi de. “Bindikçe alışırsın” dedi Halit ve pozisyonunu aldı. İşte yola çıkıyorduk. Bin bir uğraşla bindiğim halıdan düşmemek için sımsıkı tutunmuştum. “Aklıma geldi de” dedim. “Çoğu uçan halı sürücüsü Süt Beyaz Köşküne uğramazmış, siz neden uğruyorsunuz?”

Yavaş yavaş yükselmiş ve kuşlarla yan yana yol almaya başlamıştık. Altımızda akıp giden ova ren renk parçalardan oluşan bir yorgan gibi göz kamaştırıyordu. Gözlerini yoldan ayırmadan cevapladı sorumu. “Ustam Palabıyığın bana kazandırdığı bir alışkanlık. Bir kere gidince her seferinde gitmek istiyorsun zaten” dedi neşeli bir sesle. “Palabıyık usta mı olmuuş” diye bağırdım şaşkınlıkla. “Onu tanıyor musun?” diye sordu. O da en az benim kadar şaşırmıştı. “İsmen” dedim sırıtarak. “Hiç tanışmadık ama adını duymuştum”. Palabıyık usta olduysa diye mırıldandım kendi kendime. “Şey affedersin, bir soru daha. Kaf dağı padişahının düğününün üzerinden kaç yıl geçti?” “20 yıl” dedi Halit. Vay canına... 20 koca yıl. Kim bilir herkes nerede ne yapıyordur şimdi. Tebessüm gencecik bir kız olmuştur. Diğerlerinin de çocukları olmuştur belki... Hepsini ziyaret etmek istiyorum. Süt Beyaz Köşkündeki çocukların saçlarını fırçalayıp incilerle süslemek istiyorum. Devle yemekler yapmak, Palabıyıkla uzun bir kış gecesinde karşılıklı çay içmek, peri kızıyla gümüş ipliğine tutunup uçmak, Güvercinlik'te kuşların sabah şakımasını dinlemek istiyorum. Gidebildiğim her yere gitmek istiyorum. İçimdeki bu coşku ve heyecanla ellerimle halıyı daha sıkı kavradım ve gözlerimi ufka çevirdim. Uzaktan bir dağın silueti giderek büyüyordu.


Resmin kaynakçası: https://inaamshaheen.tumblr.com/post/113181091286

24. Bölüm 5 Kelime

Kelimeler: kadın , aldatma, sevinç, mutluluk, korku


Tuğkan

Küçükken annem bana masal anltırdı. yürüyen bir karıncadan başlayıp, sonu şatolarda biten güzel hikayelerden. Ama her gece beni uyudum diye yatağıma bırakıp giderken , o kavga seslerini duyardım. Babam küfürbaz biriydi ve biliyordum anneme vurmayı da seviyordu. Boşandıklarında annem beni babama bırakmıştı. Akşam üzeri annem, babamın evine gelirken, babam acele bir şekilde o gece eve getirdiği kadını dışarı çıkarmıştı. Sırf annemin böyle kadınlarla takıldığını bilmesini istemediği için. bu yaşantılardan dolayı zor bir çocukluk geçirmiştim. insanlardan dışlanan, kimsesiz olarak yaşayan biri haline gelmiştim. kimseye güvenip kalbime alamıyordum. Korkuyordum çünkü. Ya beni bırakıp giderse, ya beni döverse..

beynimin içinde kendime düzenli bir ev inşaat ettiğimi düşünüyordum. kimseyi ne içeri alıyordum, ne de kapımı açıyordum. Peki 'mutlu muydum? Daha mutlu olabilir miydim?' bunu bende bilmiyordum işte. Kafamın içindeki sesler bitmiyordu. Hayır mutlu değildim. Ben sadece acılarımla yaşıyordum. Mutluluk beni terk etmişti. Sevinç: 'sen beni aldattın' diyerek gitmişti. Ben bu hayatı istemiyordum. Kafmın içinde kurduğum evden çıkıp gitmek istiyordum. Ama kapıyı açarsam korkularımla yüzleşmem gerekmez miydi? Ya da bu konuşan ben değilde, korku muydu?


İclal 

Kırgınlık, sevinç, hüzün, mutluluk ve en önemlisi korkuyu aynı anda hissediyordum. Yaptığım resimden kafamı kaldırınca karşımda kadının taktığı maskeyi çıkarmaya çalışırken zorlanma ve kan damlaları. Yavaşça fırçayı kenara bırakıp soluklarımı düzene koymaya çalıştım. Neydi bu his? Neden her resim çizerken bu şekilde oluyordum? Fırçayı her elime aldığımda aynı resmi bilinçsizce çizdiğimi fark edeli 1 hafta olmuştu. Her seferinde aynı duygular ve aynı hissizlik hissi. Dışarı çıkıp temiz hava alma kararı aldım. Ben tek başına yaşayan yalnız bir kadındım. Fakat bazen kendimi kalabalık bir ortamda nefes alamayan birisi gibi hissediyordum. Halbuki kalabalık ortama girebilecek kadar sosyal bir insan değildim. Son zamanlarda bilinçsiz olarak yaptığım hareketler çoğalmıştı. Aniden gele bağırma isteği, yattığım yerden kalkıp sokakta koşmam ve resim çizerken bilinçsiz bir şekilde aynı sembolleri tekrarlamam. 

Yavaşça sokakta yürürken adım sesleri duymaya başladım ama arkamda kimse yoktu. Adım sesleri hızlanıyor ama kimse yok. Korku vücudumu ele geçirmeye başladığı sırada bir fısıltı duymaya başladım 

‘’ İşe yarayacak mı?’’ 

‘’ Getirebilecek miyiz bu evrene?’’

‘’ Bu seferde başarısız olursak bu döngüden kurtulamayız farkında mısın?’’

‘’Bu kızdan kurtulmanın vakti gelmedi mi?’’

Resimden kafamı kaldırıp soluk soluğa karşıma baktım. Neydi bu sefer resmin anlamı? Birbirinin yüzüne bakıp gülümseyen iki aşık ama  dolu minik semboller. Fırçayı kenara koyup daha önceden çizdiğim kadın resmine baktım neydi bu dejavu hissi?


Şenay

Korku, herkesin kalbinde olan bir duyguydu. Adam kaybetmekten, kadınsa aldatılmaktan korkardı. Adam hesap sormalardan, kadınsa kaçamak cevaplardan yorulurdu. İçlerini korku kapladıkça, diğer duyguların önemi kalmazdı. Yaşanılan sevinçler, mutluluklar, sayısız güzel günler tek tek unutulur. İki tarafta hayatı zehir ederdi birbirlerine. Geriye acı dolu sözler ve yıkılan hayaller kalırdı. Oysa ki iki taraf da güvense birbirine, atsalar korkularını, belki de mutluluklarına kimse engel olamayacaktı...


🔜        


23. Bölüm 5 Kelime

                             

Dizi seti, yapboz, sokak lambası, şef, deniz atı

Şenay

Saat 4-5 suları, sokak lambaları hayla sönmemiş. Ali, önce balık pazarına uğrayıp, bugünün menüsünü yapacak ve sonra da saat 8 civarı restoranı açacak. Ali'ye göre yemek yapmak, yapboz parçalarını birleştirmek gibi. En ufak hatayı bile kabul etmiyor. Artık bu rutine alışmış, her zamanki gibi sırayla balık tezgahlarına bakmaya başlamıştı Ali. 

“Şefim, bugün orkinos ve kalkan balıklarım var. Taze taze, daha az önce geldi.” dedi balıkçı. Ali’nin aklında çoktan alacağı balık belliydi ama bulabilir miydi, emin değildi. Tebessüm ederek ilerlemeye devam ediyor. 

“Şefim, çocuklar aradı. Birazdan kılıç balığı getireceklermiş. 20 dakika sonra burada olurlar.” dedi, balık tezgahlarındaki en genç balıkçı...

Ali eğer aradığını bulamazsa, bu genç delikanlının balığını alabilir. Menüsünü değiştirmek zorunda kalabilir. Aslında bu kaçırmaması gereken bir fırsat. Her zaman bulamayacağı bu lezzetli balıkla, bugün daha fazla müşteri çekebilir... Yine gülümseyerek geçen Ali, sonunda aradığını her zamanki gibi balıkçı Devran'dan buluyor. 

Ali'nin bugünkü menüsü kırlangıç çorbası... Balıkçı Devran, artık Ali'nin hangi balıkları aradığını çözmüş. Konuşamayan bu gencin, istediği tüm balıkları yıllardır getirir olmuş. 

Ali aldığı kırlangıçlara rağmen, aklı kılıç balığında kalmış gibi görünüyor. Genç balıkçının yanına dönen Ali, cebindeki defterini çıkartıp kılıç balığının ne zaman geleceğini soruyor. Eğer zamanında gelmezler ise Ali balığı almadan gitmek zorunda. Saatine bakan Ali, geç kalmamak için yola bir an önce koyulmalı.

Ali gitmek için hazırlanırken kılıç balığı sonunda geliyor. Balığı kontrol eden Ali, kasanın içinden deniz atı buluyor. Gülümseyerek kameralarımıza gösteren Ali, genç adamın eline veriyor. Balıkları arabaya yerleştiren Ali, bir an önce restorana gidip yemekleri hazırlamaya başlaması gerek...


Kinder Çikolata 

Sadece yürümeye devam etmek istiyorum, bu sefer hedefim sahil.

Yağmur yağmaya devam ediyor, film setindekilerin morali iyice bozulmuştur şimdi, önce yağmur şimdi de ben ortalıkta yokum.

Neyse, zaten belli ki yağmur yağmaya devam edecek yani kimsenin işini baltalamıyorum, değil mi ? Umarım şef kızmaz.

Neyse ne sadece yürümeye devam edeceğim,  yağmur yerde ufak tefek göletçikler oluşturmuş, ayakkabılarım elimde tuttuğum şemsiyeye rağmen sırılsıklam.

Zaten şemsiyeyi tutmaktan da yoruldum, şemsiyeyi otobüs durağının tekine koyup ara sokaklara dalıyorum, ara sokaklar uyuşturucu ve alkol almış evsizlerle dolu, onlara acıyorum,  hayal gücünden yoksunlar.

Ah, kıyıya varmışım. Bakalım bakalım nerde benim sokak lambam ? Bu sefer beni tropikal bir yerlere götürmesini istiyorum, bu kadar yağmur yeter yani.

Aha işte önümdeki büyük kayalığın orda ortaya çıkmış bile, koşa koşa ilerliyorum, her zamanki sarı, nazik ışığı beni selamlarken gözlerimi kapatıyorum.

Gözlerimi açmamla güneşin beni gafil avlaması bir oluyor, hava sımsıcak.

Şöyle bir etrafa göz atalım, gene bir sahildeyim, etrafta hiçbir insan belirtisi yok ve deniz çok güzel gözüküyor.

Sanırım isteğim kabul oldu, yavaş ve tadını çıkara çıkara sahilde yürümeye başlıyorum, denizin ayağıma vurması ve dalgaların sesi beni benden alıyor.

 Yürümeye devam ederken, denizin ortasında ki kayalar gözüme çarpıyor, bir dahakine nereye gitmek istediğimi sanırım buldum, şöyle güzel bir mercan resifine gitmek harika olurdu, bir sürü renkli renkli mercan, adını bile bilmediğim bir sürü balık ve deniz atları. Eminim çok zevkli olur, gerçi şu ana kadar sokak lambam beni hiç üste üste benzer yerlere yollamadı ama... Neyse canım bir dahakine yollar belki, şimdilik bu denizin tadını çıkarmalı geri dönme-

Off derdinin adı ney ya senin ?!  Neden başrolümü yağmurda gitmiş denizin yanında uyuya kalmış bir şekilde buluyorum ben ? Hem bir insan yağmurda nasıl uyuya kalabilir ? Hadi daha önceden de kaçıp uyuya kalıyordun da yağmur yağıyor be adam!

Doktor en az 3 gün burda kalman gerektiğini söyledi, ne yapacağız şimdi biz ?

" Önümüzdeki 5 gün de yağmurlu gösteriyor zaten, gene çekemeyecektik sahneyi. " diye kıvırıyorum, daha da sinirlenmesin diye öksürüğümü tutmaya çalışırken.

"Eee yapboz filân getirdin inşallah, 3 gün bu odada geçmez yoksa ." 

 "Yüzsüz herif, daha da yapboz diyor, yok yapboz filan sıkıl dur belki bir dahakine akıllanırsın. "


İçten İçten gülüyorum, pek sanmıyorum akıllanacağımı.


Delirium

Paris'te ılık bir gece yarısı

Öylece dolaşırken, bilerek kaybolmuş

O meyhaneyi gördüm, bir köşe başında

Adeta görülmemek için sinmiş.

Bir sokak lambası gibi aydınlatıyordu fenerler,

Dört bir yana asılmış.

Oturdum ahşap taburelerinden birine

Bir denizatı oyması ilişti gözüme

Kim bilir hangi sanatçı tarafından yapılmış.

Bir komi geldi o sırada,

Sordu o güzel Fransız aksanıyla;

"Ne arzu edersiniz efendim,

Söyleyin getirelim size."

O an bir şarkı gibi gelmişti bana,

Derin ve güzel, geceni sessizliğinde.

Sparişimi alıp gidince mutfağa,

Bende yalnız kaldım sokağın ortasında

Kapattım gözlerimi dinlemeye daldım

Sessizliğin örtüsünde ahenkle yatan

Gecenin coşkusunda parıldayan sesleri.

Karşı sokaktan biz cızırtı geldi kulağıma

Bomboş dükkanın camlarının içinden.

O sırada gördüm, bir ocak başında adam

Bir şef önlüğüyle, saçına ak düşmüş

Yüzünde yılların deneyimiyle

Bakışlarını odaklamıştı elindeki tavaya

Sonra bir anda yükseldi alevler

Tıpkı geceye meydan okurmuşçasına

Dans ediyordu ahenkle, demir sac tavada.

O sırada yükselen adım sesleri,

Odağımı alevin illüzyonunda çekiverdi.

Gelen komi masanin üzerine koydu

Eksiksiz bir şekilde sparişimi.

Başımla teşekkürlerimi ilettikten sonra

Yudumladım biramı derin bir huzurla.

Bitirdikten sonra kalkıp gittim,

Gecenin derinliklerine dalmaya.

Oradaki son gecemdi o, 

Yıllar sonra tekrar gelene kadar.

Gitmeden son bir kez uğramıştım ertesi gün

Gecenin sessizliği bitmiş,

Adeta bir cümbüş gibi yankılanıyordu sokak. 

Bir dizi seti kurulmuştu köşe başına

Müşterilerle dolmuştu restoran

Meyhaneden yükseliyordu dumanlar.

O anda bulmuştum içimdeki huzuru

Büyülü bir yapboz gibi tamamlıyordu kendini

Gecenin sessizliği, gündüzün coşkusu

Hepsi bir arada, ahenk içinde

Paris'i büyülü yapan da bu değil miydi?

22. Bölüm 5 Kelime

Delta, Zeytin Ağacı, Parıltı, Asmalı Köprü, Samyeli 


Yumi

Çöller çok büyülü yerlerdir. Gündüzün kavurucu sıcağı sanki hiç yaşanmamış gibi gece olduğunda dondurucu bir soğuk sarar her yeri. Haftalardır yol alan kafile son kavurucu günlerini de geride bırakmış ve çölün sınırında soğuk kumlarda son kampını kurmuştu. Normalde Nil üzerinden yapılması planlanan yolculuk elde olmayan sebeplerden gecikince Nil'in taşkın zamanı gelmiş ve teknelerle olan yolculukları planladıklarından erken bitmek zorunda kalmıştı. İskenderiye’ye kadar kalan yolu develeri kullanarak aşmaları gerekmişti. Bir haftalık bir deve yolculuğunun sonunda da nihayet uçsuz bucaksız çöl arkalarında, devasa Nil deltası ise tam önlerindeydi. “İskenderiye'ye bir günlük yolumuz kaldı, ondan sonra da ver elini Akdeniz” dedi neşeli bir ses. Nubia ufka diktiği gözlerini sol tarafına çevirince elinde bir fenerle kendisine gülümseyen Osahar'ı gördü. “Yine kamptan uzaklaşmışsın” diyerek yanına oturdu Osahar. “Kaç defa söyledim sana hiç değilse yanına bir fener al diye. Gökbilimci olan benim sen değil. Şu çölde kaybolsan imkanı yok geri kampın yolunu bulamazsın saray kızı" Şalına daha sıkı sarılıp başını eğdi Nubia. Gündüz ortalığı kasıp kavuran samyelinin aksine gecenin rüzgarı bile soğuk oluyordu. Osahar'ın cevap bekleyen yüzüne baktı tebessümle, bu endişeli halleri hoşuna gidiyordu. “Her seferinde beni buluyorsun sonuçta, neden endişeleneyim ki” diye kıkırdadı. Sonra yeniden kafasını kaldırıp ufka doğru gözlerini dikti. “Buradan denizi göremeyeceğini biliyorsun değil mi? Hem de bu karanlıkta” diye sordu Osahar. “Tabi ki biliyorum, benim görmeye çalıştığım şey başka. Bak işte orada görüyor musun? Parlıyor... Bu İskenderiye'deki o büyük fenerin ışığı değil mi o olmalı.” “Vay canına bu kadar uzaktan görülebiliyor muymuş o” diye mırıldandı Osahar. “Denizi çok merak ediyorum” diye devam etti Nubia.

“Denizin ötesindeki diyarları merak ediyorum. Sarayda gördüğüm zeytinin yetiştiği ağaçları merak ediyorum. O toprakları, oraların mimarisini, sokaklarını, sanatçılarını, her şeyini merak ediyorum.” “Bunun için gitmiyor muyuz zaten” dedi Osahar. “Devletler arasındaki bu barış döneminin hakkını vermemiz lazım. Öğretmeye ve daha da önemlisi öğrenmeye gidiyoruz...” Osahar’ın da dediği gibi bu bir kültür kafilesiydi. Gökbilimciler, hattatlar, tarihçiler, doktorlar, mühendisler, mimarlar sanatçılar ve hatta aşçılardan oluşan büyük bir kafile. Kafileye eşlik eden rehberler, tercümanlar, diplomatlar ve askerleri de saydığımızda neredeyse 300 kişiyi buluyorlardı. Yunan devletlerinde 6 ay kalacaklar, hem kendi kültür ve bilgilerini o topraklara öğretecekler hem de o topraklardan elde edebildikleri kadar bilgi öğrenip döneceklerdi. Bu gezi devletler arasında kararlaştırıldığı için orada geçirecekleri 6 ay boyunca bir sorun çıkmaması ve karşı devlet tarafından her konuda kendilerine yardımcı olunması bekleniyordu. Osahar kafileye Gökbilimciler grubu ile katılmıştı. 23 yaşında, esmer, iri yapılı bir gençti. Çakmak çakmak bakan ela gözleri ve heybetli cüssesi ile onu gökbilimciden ziyade asker sanıyordu kafiledeki çoğu kişi. Oysa ki genç yaşına rağmen Osahar alanında çok başarılıydı. Çocukluğundan beri gökyüzü ile arkadaş olmuş, onun her bir noktasını beynine kazımıştı adeta. Bu yatkınlığı rahipler tarafından fark edilip gökbilimcilere emanet edildiğinde çöllerde savrulan hayatı da kurtulmuştu. Bu sebeple daha bir sevmişti gökyüzünü.

Nubia'nın hikayesi ise bambaşkaydı. 20 yaşında, ay kadar beyaz bir teni, beline kadar gelen açık kahverengi saçları ve kömür karası gözleriyle ilk bakışta dikkat çekici bir güzelliğe sahipti. Osahar ona saray kızı diye seslenirdi ama artık var olmayan bir sarayın kızıydı Nubia. Mısır krallığı tarafından fethedilen ülkelerden birinin sarayından getirilmişti Nubia. Mısır sarayına köle olarak getirildiğinde daha 4 yaşındaydı. Geçmişine dair hiç bir şey hatırlamıyordu. Annesini babasını veya kardeşlerini. Düşmüş bir ülkenin prensesi olduğunu o dönem saraya getirilen köle çocuklarla ilgilenen hizmetçilerden duymuştu. Bir süre sonra tüm saray tarafından unutulan bir bilgi hâline gelmişti zaten. Artık sadece bir köleydi. Saraya küçük yaşta getirilen köleler 10 yaşına bastıklarında vasıflı olup olmadıklarına göre ikiye ayrılırlardı. Herhangi bir alana yetenekleri varsa o konuda eğitim alırlar, eğitimleri bitince azat edilirler ve saray bünyesinde hür bir birey olarak çalışmaya devam ederlerdi. Bir yetenekleri yoksa da tüm hayatlarını sarayın ayak işlerini yaparak geçirecek köleler haline gelirlerdi. Nubia'nın şansına hattatlık konusunda yetenekli çıkmıştı.

Çalışmış çabalamış ve 18 yaşına geldiğinde artık sarayda parmakla gösterilen bir hattat haline gelmişti. Bu yolculukta Hattatlar grubunun en genç üyesi olmasına da bu başarısı sebep olmuştu. Osahar'ın kendisini saray kızı olarak çağırması da sarayda yetişmesinden sebepti. Yoksa düşmüş bir krallığın kızı olduğunu bilmesine imkan yoktu tabi ki. Kendisi bile çoğu zaman unutuyordu bu gerçeği. O artık sadece mısırlı hattat Nubia idi. Osahar ile tanışmaları bu yolculuğun öncesine dayanıyordu. Her 6 ayda bir saray hattatları krallığın idaresi altındaki gözlemevlerine bir grup hattat gönderir ve son 6 ayda elde edilen tüm bilgileri arşivlemek üzere temize çekerlerdi. Bu gidişlerin son seferinde Nubia da gönderilmiş ve o sırada tanışmıştı Osahar ile. O zamandan beri de aklının bir köşesinde daimi bir yer edinmişti, hiç kaybolmayan bir yer. Bu yolculuk haberi tek başına da kendisini yeterince heyecanlandırsa da kafile yola çıktıktan sonra onunla karşılaşmak... sanki dünyalar onun olmuş gibi hissettirmişti. Birbiri için aynı duygularla atan iki kalp çölün soğuk kumları üzerinde birbirini düşünürken oluşan bu sessizliği bozmak için Osahar bir konu açmaya çalıştı. “Atina’ya gittiğimizde görmek istediğim bir yer var, benimle gelir misin diye sorsam çok şey mi istemiş olurum?” Feneri yere doğru indirmiş, utanan yüzünü karanlığa saklamaya çalışıyordu. “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu Nubia meraklı ama bir o kadar da sakin bir ses tonuyla. “Şehrin içinden geçen Kifisos isimli bir nehir varmış” dedi Osahar.

“Nil kadar büyük müymüş?” diye sordu merakla Nubia. Merakını dizginlemeyi başaramamıştı bu sefer. “Hayır daha küçük, nehrin üzerinde bir çok köprü varmış ama en güzeli asmalı köprüymüş. Tacirlerden duymuştum bu hikayeyi. Eğer...” devamını getiremiyor gibiydi Osahar. “Eğer?” diye üsteledi Nubia. “Eğer, bir kadın ve bir erkek o köprüye el ele çıkarlarsa hayatlarının sonuna kadar beraber olurlarmış. Hikaye böyleydi” deyip başını eğmişti Osahar. Nubia şaşkın bakışlarla köprüye beraber gitme isteğini yeni yeni anlamlandırırken bir cesaretle tekrar kafasını kaldıran Osahar Nubia'nın ellerinden tutup konuşmaya devam etti. Bu sefer doğrudan gözlerinin içine bakıyordu. “Bu yolculuk dönüşü terfi alacağım, her ne kadar halktan biri de olsam bu aldığım terfi ile nihayet bir rahiple aynı seviyede olacağım. Rahiplerin statüsü sarayda yetişmiş bir kızla evlenmeyi talep edebilecek düzeyde. O zaman geldiğinde, benimle evlenmek ister misin? Çünkü ben senden ayrılmaya dayanamayacağım gibi...” Nubia'nın yanakları al al olmuş, aldığı bu ani itiraf ve evlenme teklifinin heyecanı yüzüne vurmuştu adeta. Utancından ne yapacağını bilemedi.

Karşısında çaresizce ağzından çıkacak kelimelere bakan Osahar’a uzun uzun baktı. Bu anı aklına kazımak istercesine. Sonrasında yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu, gülerken kısılan gözleri Osahar’ınkilerle buluştu. “Evet, seninle evlenmek isterim.” Birden esen soğuk rüzgar Nubia’nın saçlarını yıldızlara doğru havalandırırken bu sıcacık cümleyi de çölün soğuk semasına taşıyordu. Mutluluktan gözleri başka hiç bir şey görmeyen bu iki genç belki de tüm bu duyguları yaşamasalardı kafiledeki tuhaflıkları fark edebileceklerdi. Bir fenerin altında en mutlu anlarını yaşayan bu çiftin aksine kampın üzerine görünmez bir huzursuzluk bulutu çökmüştü adeta. Çadırlar arasında devriye gezen askerler, fısıldaşan sesler, uyku tutmayan bir komutan, derin düşüncelere dalmış bir diplomat, kampın güney ucunda parıldayan bir çift göz ve sessizce gecenin karanlığına doğru havalanan bir şahin. Bacağına bağlanan papirüs parçasında kısa ve öz bir not. “Denize açılmamıza son 1 gün. Emirlerinizi bekliyoruz"


Hanife

    Ben Bir coğrafya öğretmeniyim. Yaz tatilinde küçük kızıma, delta ovalarını göstermeye söz vermiştim ve şimdi söz verdiğim gibi Çukurova deltasındayız ’’ Kızım görüyor musun? İşte biz buna delta diyoruz yani bir ırmak çatallanarak denize dökülüyor.’’ İşaret parmağını kuzey yönünden güney yönüne doğru uzatarak ‘’ Bak ırmak bu yönden, bu yöne doğru akarak denize akar.’’ Sıcaktan mayışmış olan kızım bana bakarak ‘’ Anladım anneciğim ama hava çok sıcak. Buraya geleli daha iki gün olmadı ama neden burası bu kadar sıcak.’’  Bir hafta önce, kızıma Çukurova ya gideceğimizi söylediğimde yüzünde bir parıltı oluşmuş ve çok sevinmişti. Şimdi ise yüzündeki parıltı gitmiş ve yerine sıcaktan bunalmış bir yüz gelmişti. Coğrafi konumun çocuklar üzerindeki etkisinin bu kadar fazla olacağını düşünemezdim ama bir yandan kızımda haklı  yazın en sıcak döneminde, hiç düşünmeden  hareket etmiştim. ‘’  Bak kızım ülkemizde aynı anda dört mevsim yaşanıyor bunu sana daha önce de anlatmıştım. Bugün bu dediklerimi daha iyi anlamış oldun. Bizim yaşadığımız yerde kışın çok etkili olan Poyraz rüzgarları vardır.

O yüzden bizim yaşadığımız yer çok soğuktur. Burada ise yazın çok etkili olan Samyeli ve Kıble rüzgarları vardır. Bu rüzgarlar ekvator yani güneyden kuzeye doğru geldiği için çok sıcaktırlar.  Senin bu kadar sıcak olmanı sağlayan ise bu rüzgarlardır. Şimdi hatırladın mı?’’ ‘’ Evet anneciğim, hatırladım.’’ Kızıma bir sürü fotoğraf ve video çektikten sonra kızıma, delta ovasının karşısında gördüğüm zeytin ağaçlarının yanına gitmek isteyip istemediğini sordum. ‘’ Evet anneciğim hemen gidelim ağaçların altında dinlenebiliriz. Ama oraya nasıl geçeceğiz.’’ Kızım, biraz etrafına baktıktan sonra çok uzakta bir asmalı köprü gördü ve gözlerini kocaman açarak bana baktı. ‘’  Anneciğim oradaki köprüden mi geçeceğiz.’’ ‘’Evet kızım. Biraz yürümek zorundayız ama dayanmalısın akşama hava soğuyunca daha rahat olacaksın.’’  Yaptığım hatanın farkındaydım. Soğuk iklime alışan kızımı bir anda bu kadar sıcak bir yere getirmemeliydim. Elinden tutup yavaş yavaş giderken ona bir söz verdim. ‘’ Özür dilerim kızım buraya, havanın soğuk olduğu bir gün tekrar geleceğiz ve bir daha bu kadar düşüncesiz olmayacağım.’’

21. Bölüm 5 Kelime

                            

Alt, saç, kur, dart, er


Kinder Çikolata

Evet efendim yine ben, yine farklı bir şeyler deniyorum :D aslında daha çok sinemada kullanılan kısa aralıklarla 2 sahnenin yer değiştirmesi, şeklindeki anlatımı kullanmayı deneyeceğim. O yüzden gene -ve = işaretlerini kullanıyorum, sahne'nin değiştiğini anlayabilmeniz için.


- Asker bizim görevimiz nedir?! Biz askerler neden yaşar ve neden ölüme koşarız?!


= Ah, bu baya kötü sadece 3 puan 


- Çünkü İmparatorluk bize ölmemezi söyler! Bizim ölümümüz İmparatorluğun yaşamıdır! İmparatorluğun yüceliğini herkesin görmesi içindir!


= Bu sefer daha düzgün at, senin yüzünden bunlara kaybetmek istemiyorum. 


- Bugün İmparatorluğun yücelmesi için ölmesi gereken  askerler biziz!


= Hey, gene 3'lük neden bu kadar gerginsin sen ? Plan işe yarayacaktır, bölüklerinin bu kadar hızlı gelmesine imkan yok.


- Bugün bu bölüğün görevi bütün cephenin kaderini belirleyecektir !


= Yok, köprü planının işe yarayacağının bende farkındayım, sadece bir an bu doğrumu diye düşünmeden edemedim.


- Bugün bu bölük Ren nehri kıyılarındaki 3.köprüye bomba kurup köprüyü imha etmekle görevlendirilmiştir!


= İşe yarayan her plan doğrudur, sende biliyorsun ?


- Ve bombanın düşman öncü  birlikleri tarafından imha edilmesini önlemek için bomba patlayana kadar mevkimizi korumalı, bombayla birlikte ölümümüze kucak açmalıyız!


= Plan değil, içinde bulunduğumuz durum. Bir bölük eri ölüme yollarken bizim burda oturup dart oynamamız ve planın işe yarayacağını söyleyip durmamız. 


- Askerler! İmparatorluk için ölmeye gidiyoruz!


= O erlerden hiçbiri bu planı düşünemezdi, zaten o yüzden onlar değil biz düşünüyoruz. Onlar bu ülke için yapabilecekleri en iyi şeyi yapmaya gidiyorlar, bunu sakın unutma.


- "İmparatorluk için!" "İmparatorluk için!" "İmparatorluk için!" "İmparatorluk için!"


Şenay

Kurduğu saatin sesini duymadığı için panikle, alt kata indi. Saçlarını düzeltmeye çalışırken, diğer yandan eşyalarını çantasına atıyordu. Dün akşam hazırladığı piknik çantasını da alarak, dışarı çıktı. Erler dağılmadan, askeriyenin önüne yetişmeliydi. Bugün izin günüydü ve nişanlısının sürpriz yapacaktı. Askeriyenin önüne geldiğinde erler çoktan çıkmaya başlamış, nişanlısı ise tam kapıdan çıkıyordu.

“Semih!” diye seslendi, genç kız. Semih, şaşkınlıkla koşarak. “Mine! Sen ne yapıyorsun burada?” diye sordu. Mine elindeki sepeti göstererek. “Bugün senin izin günün olduğunu bildiğim için, dün akşam önce annene uğradım. Birlikte sana yemek yaptık. Bugün de seninle birlikte dere kenarına gideceğiz.” dedi. Semih bu sürpriz karşısında şaşırsa da çok mutlu olmuştu. “Bu arada arkadaşların da gelebilir.” Diye ekledi Mine yanındaki erlere bakarak. “Biz size rahatsızlık vermeyelim, baş başa piknik yaparsınız.” Dedi, aralarından en uzun ve mavi gözlü adam. “Sizde özlemişsinizdir ev yemeklerini, itiraz istemem. Bizimle gelin." Dedi gülümseyerek Semih. Orta boylu ve ela gözlü adam, Mine'nin elindeki sepeti alıp “Sepeti ben taşıyacağım o zaman bacım.” Dedi. Hep birlikte sohbet ederek dere kenarında geldiklerinde Semih bir sürpriz ile daha karşılaştı. Annesi, babası, kardeşi ve nişanlısının ailesi, hep birlikte onları bekliyordu. “İyi ki doğdun...” diyerek herkes tek tek sarılıyordu. Herkesin aklında, o günden geriye kalan sadece Semih'in gülümseyen yüzüydü.